21 Haziran 2008 Cumartesi

Kediler Nankör Değil İddiası

Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Zootekni Bölümü Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Aksoy, kedilerin halk arasında "nankör hayvan" şeklinde nitelendirilmesinin yanlış bir değerlendirme olduğunu belirterek, "Kediler nankör hayvan değildir" dedi.
Doç. Dr. Aksoy, yaptığı açıklamada, kedilerin diğer evcil hayvanlara göre daha ’özgür ve yabani’ davranışları olduğunu söyledi. Bu durumun bir kedinin köpekle kıyaslandığında sadık olmadığı görüntüsü doğurduğunu ifade eden Aksoy, bu durumun kedinin insanlarla iç içe yaşama serüvenin köpekler kadar geçmişinin olmamasından kaynaklandığını savundu.
Köpeklerin tamamen insana bağımlı bir yaşam tarzını içine sindirerek benimsediğini dile getiren Aksoy, kedilerin ise yaban hayatın getirdiği reflekslerden hala kendini kurtaramadığını anlattı.
Kedilerin doğada rekabet halinde, daha içgüdüsel hareketler sergilediğine dikkat çeken Aksoy, şunları kaydetti: "Kedilerin halk arasında nankör hayvan diye nitelenmesi yanlış bir değerlendirmedir. Kediler nankör hayvan değildir. Köpekler 13 bin yıldır, kediler ise 3 bin yıldır insan hayatına ve ev yaşamına girdikleri için kedilerin ’tam evcil’ olduğunu söyleyemeyiz. Kedi bulduğu besini en kısa sürede tüketir ve bir köpek gibi onu saklama güdüsüyle hareket etmez. Anlık içgüdüleri ile yaptığı hareketlerde, agresif tavır sergilediğinde, bazı kişiler tarafından nankörlükle suçlanır. Kedinin doğasında olan bazı davranışlar gereği yaptığı tavırlar da nankörlük olarak görülemez."
Evcil hayvan satıcıları ise kedilerin balık ve kuş türlerinden sonra en çok tercih edilen evcil hayvanlar arasında yer aldığını belirttiler.

Kedilerin en çok çocuklu aileler tarafından tercih edildiğine dikkat çeken Aktan, "Aileler çocuklara paylaşımı öğrenmeleri ve bazı kıskançlık duygusundan kurtulması için kedi satın alıyorlar. Kediler özellikle çocuk yaş grubuyla en iyi anlaşan ve uysal olan evcil hayvanlar arasında yer alıyor" dedi.

POŞET ÇAYIN ÖYKÜSÜ

Poşet çay bu yıl yüz yaşına giriyor. Times gazetesinin haberine göre "insanlık, bir çok çay tiryakisinin, dünyanın en güzel içeceklerinden birini, boz renkli, tadı bozuk ve zevksiz bir sıvıya çevirdiği için nefret ettiği bu buluşu, tamamen bir yanlış anlamaya borçlu." Nasıl mı? İşte Times'ın satırlarından poşet çayın öyküsü: "Bir çok icat gibi poşet çay da kazara ortaya çıkmış. Bundan yüz yıl önce, New Yorklu kahve tüccarı Thomas Sullivan çay ticaretine girişmiş.Ama işler pek iyi olmadığından biraz tasarruf yapayım diye düşünmüş ve çayını tanıtmak için muhtemel alıcılara yolladığı eşantiyonlardan kısmaya karar vermiş. "Çayı, eski usul bol bulamaç, torbalara doldurup yollamak yerine küçük miktarlarda, minik ipek poşetlere koyarak yollamaya başlamış. Ama alıcılar Sullivan'ın eli sıkılığını yanlış anlamış. Poşetleri kesip içindeki çayı demliğe koymaları gerekirken, poşeti olduğu gibi demliğe atıvermişler. "Sullivan'ın icadı Amerika'da kısa zamanda tutulmuş. Çay tiryakileri kitleler halinde poşet çaya dönmüş. Ve ipek poşet de 1930'da yerini kağıda bırakmış. "Fakat, poşet çayın, Amerika'dan İngiltere'ye gelişi tam 50 yıl gecikmeli. Çünkü İngiliz çay tiryakileri bu Amerikan icadına uzun süre kuşkuyla yaklaşmışlar. Yine de bugün İngiltere'de poşet çaysız bir yaşam düşünmek çok zor. Ülkede bir günde içilen 130 milyon fincan çayın yüzde 96'sı poşet çünkü.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Son Nefeste Vurdular...

Tarihe yazılacak bir gün: 20 Haziran 2008 Cuma akşamı saat: 21.45… Tüm Türkiye ekran başında tek vücut olmuşlardı. İzmir sokaklarının cıvıltısı, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Herkes ekran karşısında nefeslerini tutmuş vaziyette büyük bir heyecan içinde, ülkemizi yarı finale taşıyacak olan karşılaşmayı bekliyordu.
0-0 berabere biten ilk yarının ardından 119. dakikada Rüştü’nün yediği golle 1- 0 mağlup duruma gelen takımımız için dizlerimizi dövüyorduk ki; 121. dakikada bizim 11 cesur yürekli gençlerimizden Semih’in attığı golle maçın skoru değişirken, bizlerde üzüntünün ardından çığlık çığlığa bir sevinç yaşadık. Derken atılan penaltılar, heyecanımızı yeniden doruğa çıkardı.Yani ekran karşısında üç dakikada yoğun duygu değişimleri yaşadık…üzüntü, sevinç ve heyecan. Olamaz böyle bir şey… Sanki bizim takım gençleri o golü atabilmek için gol yemeyi bekler gibiydiler. Tüm Avrupa’yı yine hayretler içerisinde bıraktılar.Ve.. yine son nefeste vurarak Türk’ün gücünü, kazanmak istedikten sonra onlara kimsenin engel olamayacağını tüm dünya bir kez daha göstermiş oldular.

Üstelik bu kez ki rakibimiz Çek takımına göre daha güçlüydü. İngilizleri 2-0 ve 3-2 yenerek yenilmeden 9 puan toplayan 3 ekipten biri, az gol yeyip çok gol atan, adam değil alan savunması yapan, açık futbol oynayan ve tüm dünya devlerinin peşinde olduğu Dodric ve Racitic gibi, tehlikeli ortalar yapan Niko Kranjar, Golcü Olic gibi müthiş oyunculara sahip olan Hırvat Milli Takımı bile Türkün azmi, soğukkanlılığı, kalbindeki iman ve inancı,risk alma eğilimi ve kararlılığı karşısında dayanamadı.

Zaten Çek zaferinden sonra demoralize olan Hırvat takımı Teknik direktörü Biliç, takımın kampında sıkı yönetim ilan etmiş, giriş çıkışları tamamen yasaklamış, futbolcu eş ve çocuklarını Viyana’ya göndermiş, Çek Cumhuriyeti maçının 2-0 dan sonraki bölümünü oyunculara izleterek onlara Türkiye’nin oyun içinde ne gibi değişikliklere uğradığını anlatmış.
Çok da iyi yapmış ama oyuncularına moral ve motivasyonu yeteri kadar vermemiş demekki.
Ama ne olursa olsun, kazanmak hem de ülke olarak kazanıp dünyaya adımızdan söz ettirebilmek gerçekten harika bir duygu.

Şimdi İzmir sokakları yeniden canlandı. Her yer beyaz kırmızı, her yerde milli marşlar çınlıyor, insanların büyük çoğunluğu sokakta bu müthiş başarıyı çılgınlar gibi kutluyorlar. Bu müthiş gürültüyü evlerimizden zevkle dinliyor ve her zamanki gibi Türklüğümüzle sonsuz gurur duyuyoruz. “Yaşasın Türkiye!”……… “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”

Güvenin Hormonu

Sağlıklı bir ilişkinin temelinde güven duygusu yatar. Bilindiği üzere davranışlarımızın ve iç dünyamızın düzenlenmesinde beynin salgıladığı kimyasallar önemli rol oynar. İşte güven duygusunun ortaya çıkmasında da beyin kimyasalları önemli rol oynar. Zürich Üniversitesi'nin bir araştırmasına göre; ihanete uğrasak bile başkalarına güven duymaya devam etme eğilimimizde beyindeki "oksitosin" hormonu devreye girerek, beynin korkuyla ilgili bölgesini baskılıyor.
49 yetişkin erkekle yapılan çalışmada bir gruba burun spreyi aracılığı ile oksitosin verilmiş ve bu grubun, ihanete uğrasa bile karşısındakine güven duymaya devam ettikleri gözlenmiş. Aynı zamanda bu kişilerde başka duyguların işlenmesinden sorumlu beyin bölgesinin ve hatalardan ders almada devreye giren başka bir bölgenin etkinliğinde düşüş görülmüş.

Demekki güven, hatalardan ders alma, affetme gibi içsel dünyamızdaki olaylar beyinde salgılanan oksitosin hormonu ile alakalıdır. Güven duygusunu yitirmiş olan, hatalarından ders almayı bilmeyen insanları suçlamanın yersiz olduğunu böylece öğrenmiş bulunuyoruz.

Hayattan ders almayı bilmeyen bazılarından biraz oksitosin alınarak, hiç bir koşulda hiç kimseye güvenmemeyi ilke edinmiş diğer insanlara verilse toplumsal yaşantımız daha parlak olurdu sanırım.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Türkiye bugün bir Kürt sorununu, hem de Başbakanın ağzından ortaya koyuyorsa, bir yerlerde yanlış yapıldı demektir.
Evet, ülkemizde bir Kürt sorunu vardır, o da Türklerin Kürtleşmesi sorunudur. 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımına göre 11 milyonluk Türkiye’nin 1 milyonu Kürtçe konuşmaktadır. Yani Türkiye’nin %10’u Kürttür. Bu Kürt nüfusun, yarısı Güneydoğu’da oturmaktadır, kalan yarısı ise tüm Türkiye’ye dağılmış durumdadır. Kürtlerin büyük çoğunluğu Güneydoğu’da yaşamaktadır ama Güneydoğu’nun bile %25’i Türktür.
1924 ile 1938 arasında 16 tne Kürt isyanı çıkar. 1930 Ağrı isyanı devleti çok uğraştırır. İsyan bastırılır ama bölgede yeni bir isyan beklenmektedir. 1932 yılından başlanarak Türk devleti bu mesele üzerine eğilir. Başbakan İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu gezisine çıkar. Gezide tespit ettiklerini raporlaştırarak Atatürk’e sunar.
Rapor’da bölgede Kürtlerin hızla çoğaldığı, Türk bölgelerin içine girip Türkleri zorla Kürtleştirdiği, Kürt hareketinin bir istila hareketi halini aldığı, bölgede Türk dayanak noktaları yaratılarak, bölgede hızla bir Türkleştirme seçeneğinin uygulanması önerilir.

Bu amaçla iskan kanunu çıkar. Belli ölçülerde sonuç alınır. Nitekim 1965 yılına gelindiğinde toplam nüfus içinde Kürtçe konuşanların oranı %6’ya kadar gerilemiştir.
Fakat 1960’lı yıllarda hızlı sanayileşme ve kentleşme ile birlikte işler yeniden tersine dönmeye başlar. Kürtçülük bir akım olarak ortaya çıkar. Büyük şehirlere ve Batı’ya akan Kürtler hemen hemen tüm bölgelerde Türklerin içinde erimek ve kaynaşmak yerine, Türklerin içinde ayrı adacıklar oluşturmaya, zamanla Türkleri tehdit etmeye ve etkisiz hale getirmeye başlarlar. Vanlılar, Diyarbakırlılır, Muşlular vs. hemşehri dayanışması gibi başlayan örgütlenme, Kürt istilacılığının başlangıcını oluşturur. Bugün tüm Batı kentlerinde, Türk’ün kafasında bir kılıç gibi sallanan Kürt tehdidi işte budur.
Tehdidin çok daha önemli bir boyutu ise kültüreldir. Kürtler, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da Türk köylerini kuşatır ve Kürtleştirir. Zayıf Türk köyü dirençsizdir. Bunu bilen Kürtler, zor yoluyla Türk köylerini istila ederler. Devlet ise buna ancak seyirci kalır.
Şehre gelen Kürt önce şehir hayatının çok dışındadır. O varoştaki zavallıdır. Türkler, memur ve işçi iken onlar ancak seyyar satıcıdır. Fakat şehirde kalma hakkı bulan Kürt derhal dayanışma grubunu oluşturur. Aynı şehirliler birbirine sırt çıkar. Böylece kentler, Kürt kabadayıların eline geçer.
İş kabadayılıkla bitmez. Bu kaba güce dayanarak, ticaret sektörüne el atarlar. Türk, işçi ve memur olarak ancak sabit gelire talim ederken Kürt, inşaattan giyime, yemekten finansa tüm ekonomik alanlarda hızla sermaye birikimi yaratır. Böylece şehir Kürtleşmeye başlar.
Kürt istilasında bir üçüncü yol ise Aleviler üzerinden etkileşimdir. Güneydoğu’nun Batıya açılan, Malatya, Erzincan, Sivas, Tokat, Maraş gibi Alevi yoğunluklu şehirlerde Kürtler Aleviler üzerinde hızla tesir ederler. Böylece geçiş bölgesinde de Kürtleşme yaşanır.
Bugün Türkiye’nin hem köyleri, hem şehirleri, hem de geçiş bölgeleri Kürtleştirilmiştir. Böyle bir noktada ortada bir Kürt sorunu, hele hele demokratikleşme sorunu olmadığı açıktır. Sorun, Türk nüfusun baskı altına alınması ve eritilmesidir. O halde çözüm, Türk’ün Türklüğünü koruması olmalıdır.

Bunun için ilk başta yapılması gerekenlerse şunlardır.
1- Her Türk, alışverişini mutlaka Türk’ten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir. Türk, bu maddi desteği kesmezse, hem Türklerin mali gücü olmayacaktır, hem de Kürdün altında ezilecektir
2- Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Dil varsa millet vardır. Ancak şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hakim kılmaktadır. Bunlarla temas içinde Türkler de şivelerini bozmakta, Türkçe konuşsa bile adeta Kürt şivesiyle Türkçe konuşmaktadır.
TV’lerdeki Kürt dizilerinin, Kürt müziğinin, her adım başı Kürtçe müzik çalan barların, kasetçilerin, minibüslerin ortasına düşen Türk ister istemez lisanını yitirmektedir.
Buna direnmek için:
Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez. Kürtçe müzik çalan barlara gitmez. Kürtçe konuşulan minibüse binmez. Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş yapmaz.
3- Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir.
Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.
Yıllarca İstanbul’da Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Tokatlı Alevi kitlenin yarattığı köy ortamı, Kürtçülüğü güçlendirmiştir. Türk’ü saza mahkum eden köylü kafası, bugün şehirleri Kürt kültürüne teslim etmiştir.
4- Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. Yemek, kültür savaşının bir parçasıdır. Mc Donaldslar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir.
Başka kültürlerin yemeklerini yiyen kültürler asimile olur. O nedenle Türk, Türk mutfağına sahip çıkmalı, başka şeyler yememelidir.
5- Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.

7 Haziran 2008 Cumartesi

PROF. ÜSTÜN DÖKMEN’iN ÇOK GÜZEL BİR YORUMU :
"...Çocuğumuz düşüp kafasını masaya çarpınca biz hemen masayı döveriz, "he masa ehhhh, sen niye orada duruyorsun?" diye. Çocuk masa orada durmasa kafasını çarpmayacağını sanır ve büyüdükçe yaptığı her hatayı yükleyecek birini veya bir şeyi mutlaka bulur."
Malum... Mesela,
Bizim Balkan harbinden kalma, dandik vagonlara 160 Kilometre hız yaptırdılar. İlk virajda sizlere ömür... Kimin üstüne kaldı? Makinistin...
Mersin'de bayrağımız yakıldı, yırtıldı. Askere taş attılar, panzere molotof... Memleket ayağa kalktı. Kimin yüzündenmiş?.. İki velet...
Gelene geçene ayran, tost falan satan, kendi halinde sakin bir kasabaydı, Susurluk... İçişleri Bakanlığı, MİT, Jitem, generaller, özel tim polisleri, kumarhaneciler, bakanlar, milletvekilleri, işadamları... 1000 kişi falan yargılandı. Her şey kimin başının altından çıkmış? Yeşil'in...
Deprem oldu... 7 vilayette 50 bin kişi öldü. Binlerce bina yıkıldı, on binleri ağır hasarlı. Hepsinin sorumlusu olarak kimi kulağından tutup hapse tıktık? Veli Göçer'i...
Edirne'de bebeler şakır şakır öldü... Hiç utanmadan bisküvi kolilerine koyup, gömdüler. "Araştırdık, ihmal yok" dediler. Peki neden öldü bu yavrular? Klima'dan...
Dikkat isterim, klimacı bile değil, klima. Rakıdan öldük.
O gün ile bu gün arasında ne değişti?..Kapağın rengi... Sanal "sorumlumuz" bile var... Yollarda her gün 20 insanımız heba oluyor. Trafik Canavarı'ndan...
Dolar patlarsa? Enflasyon Canavarı'ndan...
Hatta "sorumlu olmayan sorumlumuz" da var... Milli takım oynayıp yeniliyor. Suçlusu kim? Takıma alınmayan Hakan...
Domatesleri Ruslara kakalayamıyoruz... Sinekten...
Deli dana geliyor. İnekten...
Millet hormonlu diye tavuk yemiyor. Erman Toroğlu'ndan...
Evleri su basıyor. Yağmurdan...
Ormanlar yanıyor. Sigaradan...
Gemi batıyor. Dalgadan...
İyi de kardeşim, uçak neden düşüyor? Rahmetli pilottan...
Peki bu şartlarda hayatta kalmayı nasıl başarıyoruz? Allah'tan...
----------------------------------
Yukarıdakilere uygun bir fıkra:
Bir gün melekler telaş içinde Allah'ın yanına çıkmış, yerlerinde duramaz bir şekilde ; - Allah’ım Allah’ım, Amerika ile İngilizler savaşa girdi yardım yapmalıyız. Allah :
- AA dert etmeyin, onlar işlerini bilirler. Bırakın kendi hallerine demiş Aradan bir iki gün geçmiş, melekler yine telaşla gelmiş ve : - Allah’ım bu seferde Fransa savaşa katıldı, hemen müdahale etmeliyiz.. Allah:

– Karışmayın, onlar işlerini bilirler, demiş Aradan bir iki gün geçince yine melekler apar topar soluğu Allah!ın katında almışlar ve: - Aman Allah’ım, bu seferde Türkler savaşa katıldı. Allah:
- Olamaz hemen bana tüm silahlarımı getirin kuşanmalıyız, onlar her şeyi bana havale ederler....

İdeal Öğretmen

İdeal öğretmen ;
fedakarlığını fark etmeyecek kadar fedakar olandır.İdeal öğretmen;
çocuklara kendini sevdirebilen öğretmendir.
İdeal öğretmen;
Önce insan olan ve çocuğa da önce insan olmayı öğreten, bunu ilk sırada tutan,
İdeal öğretmen;
Öğretmenlerin de insan olduğunu ve hata yapacağını gösteren , kişidir.
İdeal öğretmen;
Öğretmek adına çocuğu tüketip tüketmediğini içinde hep tartan, vicdanlı kişilerdir.
İdeal öğretmen,;
Kendine karşı kavgalı, kendine karşı dürüst ve kendini de sevebilen ve bencil olmasını en asgari düzeye indirmeye çalışan kişilerdir.
İdeal öğretmen ;
Kaf dağında değil mümkün olduğu kadar çocukların yanımda olan ve onları gerçekten, yürekten sevendir.
İdeal öğretmen ;
Sevmenin iksir olduğunu ve zorları kolay ettiğini bilen kişidir.
İdeal öğretmen ;
Minicik yüreklere umut aşılayan, umutları yutan hayata karşı direnmeyi öğreten kişidir.
İdeal öğretmen ;
Çocuklara nefret duygusuyla savaşmayı, hatadan dönebilecek kadar güçlü olmayı, hep sevgiden yana tavır koymayı öğreten kişidir.
İdeal öğretmen;
Öğrencinin kafasına bir takım bilgi yığınlarını yükleyen ve öğrencinin istenmeyen davranışlarını cezalandıran bir kişi değil, öğrenciye bilgi üretme becerisini kazandıran, kafasını kullanarak geleceğe katkıda bulunabilecek gençler yetiştirme becerisine sahip olan kişidir.

İdeal öğretmen ;
Öğrenciler için örnek teşkil edebilecek ve kendi alanında gelişmelerden sürekli haberdar olup kendini yenileyen ve bu yenilikleri çocuklara aşılayan bir öğretmendir.
İdeal öğretmen ;
hem kendi alanını bilgisini iyi bilen hem de bu bilgiyi çocuklarda nasıl kalıcı hale
getirebileceğini iyi bilen kişidir.

İdeal öğretmen;
Kendini daima yenileyebilen, gelişmeye açık olan, on yıl sonraki insanın nasıl olacağını, bilimsel öngörüyle düşünebilen kişidir.İdeal öğretmen;
Dünyaya öğrencilerinin yaşı ve gözü ile bakmayı becerebilen öğretmendir.
İdeal öğretmen;
Para kazanma amacı gütmeyen , kendini yenileyen ve öğrenci psikolojisinden anlayan kişidir.

İdeal öğretmen;
Yaşadığı toplumun değerlerini çok iyi bilendir.

İdeal öğretmen;
Öğrenciye değer verendir.

İdeal öğretmen ;
Bilgiyi direk verme yerine öğrencinin o bilgiyi oluşturmasını sağlayan, bu konuda onlara rehberlik eden kişidir.

İdeal öğretmen ;
Öğrencisi tarafından güvenilen ve örnek alınan kişidir.