29 Aralık 2009 Salı

ATEŞ, SU VE AHLAK

Ateş,su, ve ahlak bir yolda buluşmuşlar.Tanıştıktan sonra bir muhabbete tutuşmuşlar.Başlamışlar kendilerini tanıtmaya.

Ateş başlamış söze.
Bendeniz ateş: Ben demiş aşığımdır kimi zaman karanlıklarda,kimi zaman soğuklarda ısınmaya sebebim.Kimi zaman güneşim,kimi zaman bir kor parçasıyım yakarım hoşuma gitmediğinde önüme ne gelirse.Çok iyiyimdir.Benden çok kere istifade edilebilir der ve ekler ateş.Fakat bir sinirlenirsem yakarım etrafımda ne varsa kimi zaman yangın olurum ansızın yakalarım en boş anlarda der.Onun için benimle aranızı iyi tutun der.

Su başlar söze
Bendeniz der su: Hayat kaynağıyımdır.Yokluğum çok kötüdür.Ben olmazsam yaşayamaz mahlukat.Her hayatta ben varım der.Benim olduğum yerde hayat.Sonra başlar ateşin yaptığı gibi zararlarından bahsetmeye.


Fakat der ben bir kızarsam sel olurum bazen,bazen bir fırınayla gelirim ne varsa yutarım der.Onun için benle aranızı iyi tutun der.

Sıra gelir ahlaka
Bendeniz ahlak: Hayat düzeninde benim yeim başkadır der.Benim hiç bir kötülüğüm yotur.Kimseyide tehdit etmem der.

Sonra ateş girer söze
ben bu arkadaşlığı çok sevdim der.Hani olurda bir gün birbimizi kayubedersek nasıl buluşacağız der.

Su derki beni kaybederseniz eğer bir yağmur gördüğünüzde kaçmayın yaklaşın ben orada olurum der.

Ateş derki beni kaybederseniz eğer bir duman görürsenin,bir sıcaklık hissederseniz hemen gelin ben orada olurum der.

Sıra gelir ahlaka söylediği söz çok manidardır.
Siz siz olun beni sakın kaybetmeyin der.EĞER BENİ BİR DEFA KAYBEDERSENİZ BİR DAHA BULMANIZ MÜMKÜN OLMAYABİLİR.........

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
- Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?..
Delirdin mi? der gibi baktı teğmen...
- Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatini da tehlikeye atma sakın..
Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi.. "Git o zaman.."
İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa
döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşınan arkadaşına döndü:
- Sana değmez, hayatini tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş..
- Değdi teğmenim. dedi asker..
- Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?..
- Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına
ulaştığımda henüz sağdı..
Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin..
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
- Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum..

TERZİYİ SEVMEK


Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"Terzimi severim," diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.

GERÇEK DOSTLUK


Mevlana ve bir öğrencisi, dostluğun ve arkadaşlığın konu edildiği bir söyleşiden çıkmışlar, yolda birlikte yürüyorlardı. Biraz ileride yolun kenarında, iki köpeğin koyun koyuna sokulmuşlar, birlikte uyumakta olduklarını gördüler. Öğrencisi, biraz önceki söyleşinin de etkisi altında kalarak, bu görüntü karşısında çok duygulandı ve bu duygusunu Mevlana ile paylaşmak istedi:

"Efendim şu manzaraya bakın" dedi. "Ne denli yüce bir ders alınacak dostluk örneği, değil mi?"

Mevlana, öğrencisinin bu heyecanı karşısında hafifçe gülümsedi ve kişisel çıkarların nice dostlukları yakıp kül ettiğini anımsattıktan sonra ona, unutamayacağı bir ders verdi:

"Evlat, sen onların arasına bir kemik atıver de, bak o zaman gör dostluklarını" dedi.

"Bir dostluk, kişisel çıkar karşısında unutulmayacak denli sağlamsa, ancak o
durumda bir değer ifade eder ve ancak o zaman onun adına gerçek dostluk denilir."

BARIŞ MANÇO VE UKALA SPİKER

Barış Manço Fransa`da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur...
Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir...
Sürekli, `işte Türk, yani barbar, vahşi vs...` demektedir...
Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere "yanınızda kâğıt para var mı?" diye sorar.
Bu soruya spiker şaşırır ve "evet var ama n`olacak" der...
Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır...
Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir...
Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
"Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes Fatih-bir Mevlana, iki Mevlana-bir Sinan"
(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza Albümü / 1992)
Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki
Türk parası olan banknotlarin arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...
Barıs Manço spikere sorar: "Bu paranizda fotografi olan kisi kim?"
Spiker:
"General......." Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan
kişileri de sorar, spikerin verdigi cevaplar hep aynıdır,
"General.......", "Amiral...........", "Komutan............."
Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra,
bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralaronı çikarir... Spikere der ki:
"Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy`dur. şairdir...
Bu fotoğraftaki kişi Mevlana`dır. Düşünürdür...
Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet`dir. Adaletin sembolüdür...
Bu paradaki kişi ise Atatürk`tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir...
Bizim paralarımız bunlar... Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar
olduğumuz için paralarımızın arkasına "şairlerimizin",
"düşünürlerimizin","bilim adamalarımızın" fotoğraflarını bastık...
Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savas adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!" der...
Barış Manço' nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri oradan kovarlar, yerine başka bir spiker gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço`dan ve Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir...

GEÇ KALMAYIN

Daha henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı.
Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı.
Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu.
Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı...
Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...
Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da
geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri,
gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi
yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani,ilk bakışta
aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...İçeri girdi. Kız,
gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye.
Nasıl bir gülümsemeydi o...Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi
kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele
birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?"
dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi.
Genç kızdan aldı paketi, çıktı dükkündan, evine döndü.
Paketi açmadan dolabına attı... Ertesi sabah gene gitti aynı
dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve
getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...Günler hep alınıp,
sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret
edemiyordu. Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş
oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,bütün
cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. bir CD seçti.
Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye.
Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?"
diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi,notu kasanın
yanına koydu gizlice. Sonra,paketini alıp
kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evin
telefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar
kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu
da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik
oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına
girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı,
oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı,
oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir
CD vardı, bir de minik not...
"Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından
tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı?
Sevgiler... Jacelyn "
Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve
bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz,
hadi beni bu gece davet edin, artık.
Sevgiler...Jacelyn "

PENİSİLİN

DOSTLUK

İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming'di adı. Günlerden bir
gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir
de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp
duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi
çocuğu bataklıktan çıkardı ve acili bir ölümden kurtardı. Ertesi gün
Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat
indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini. ‘‘Oğlumu
kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum’’ dedi. yoksul ve
onurlu
Fleming ‘‘Kabul edemem!’’ diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan
çiftçinin küçük oğlu göründü. ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ diye sordu aristokrat.
Çiftçi gururla ‘‘Evet!’’ dedi. Aristokrat devam etti: ‘‘Gel seninle bir
anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer
karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.
‘‘ Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim
gördü.
Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mari's Hospital
Tip Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adini penisilini bulan Sir
Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratin oğlu zatürreye
yakalandı. Onu ne mi kurtardı?

Penisilin!

Aristokratin adi: Lord Randolp Churchill.
Oglunun adi: Sir Winston Churchill.
Kurtaran doktor: Çiftçinin oglu Sir Alexander Fleming.

Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.
Hiç acı çekmemiş gibi sevin.
Hiçbir şey beklemeden verin.
Karşılığı nasıl olsa gelecektir.

23 Kasım 2009 Pazartesi

ÖĞRETMENİM

ÖĞRETMENİM

Ben bir gülüm, sen bahçıvan...
Çok açarsam eser senin,
Mis kokarsam hüner senin...
Ama bir de soluversem,
Günah senin, günah senin,
Öğretmenim...

Ben tohumum, çiftçi sensin.
Çok sularsan ürün senin.
Bol olursam verim senin.
Ama bir de çürütürsen ,
Hata senin, hata senin
Öğretmenim...

Ben elmasım, sarraf sensin.
Pırlantaysam emek senin.
Parlıyorsam yıldız senin.
Ama bir de parçalarsan
Kırık senin, kırık senin
Öğretmenim...

Ben boş defter, kalem sensin.
Doğru yazsan yarın senin.
Güzel yazsan ikbal senin.
Ama bir de karalarsan
Vicdan senin, vicdan senin
Öğretmenim...

Ben öğrenci, sen öğretmen.
Başarırsam hüner senin.
Kazanırsam, zafer senin.
Ama bir de kaybedersem
Yok diyecek başka sözüm.
Yorum senin, yorum senin
Öğretmenim...
Öğretmenim...

1 Kasım 2009 Pazar

DEĞERLER VE DOĞRULAR

Yanlış' ve.. 'Değerler'

On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün
ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline
bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.
Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce,
babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş
balıklarından yakaladı.
Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı.
Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın
haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay
doğmuştu.
Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyükbir
balık geldiğini anladı.Babası oğlunun balığı çekişini
hayranlıkla izledi.
Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı.
O güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek;
ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı.
Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ayışığında
ışıl ışıl parlıyordu. Babası birkibrit yakıp
saatine baktı. Saat on olmuştu.
Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı.
Önce balığa, sonra oğluna baktı.

'Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,' dedi.
'Baba!' diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle.
'Başka balıklar da var,' dedi babası.'
Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!' dedi çocuk.

Göle şöyle bir göz attı.
Gölde hiçbir balıkçıteknesi yoktu.
Babasının yüzüne baktı bu kez.
Kendilerini hiçkimsenin görmemiş olmasına, kimsenin
ne balığıyakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına
karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün
vermeyeceğini anlamıştı.
Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığıgölün
karanlık sularına bıraktı.
Balık suya düşerdüşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden
kayboldu.
Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık
tutamayacağından emindi.
Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu.
Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır.
Babasının küçük evi hâlâ o adadadır.
Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık
tutmaya götürür.
Çocuk haklıydı.
Bir daha o kadar büyük bir balıktutamadı.
Fakat'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman
hep o balığı gözünün önüne getirir.
Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın
ne olduğu konusunda çok basit bir konudur.
Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.
Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyormuyuz?
Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak
öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik.
Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk.
Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını
hiçbir zaman yitirmez.
Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara
kabara anlatırız.
Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır
önemli olan.

ABBAS ŞİİRİNİN HİKAYESİ

Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine
gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya
emireri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye
defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini
çeker. Abbas oğlu Abbas..Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış
biridir Abbas..Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister.
Öğle saatlerinde kapı alınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam
çakıp;

-Abbas oğlu Abbas. Emret komutanım!.. der..

Aralarında söyle bir konuşma geçer.

-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
-Sen benim emirerim olur musun?
-Sen bilir komutan!.

Askere eşyalarını toplamasını söyler ve kendi evinin altındaki boş
yere taşınmasını ister. Zamanla askerin zekiliği sıcakkanlılığından
etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar, Cahit Sıtkı ‘ ya kahvaltı
hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar.Tüm ihtiyaçlarını karşıdan
bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit
Sıtkı’nın kıyafetlerini ütüler hazırlar ve evin temizliğini yapar..

Akşamları olunca Cahit Sıtkı’nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar..
Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk
bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve
temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı.. Zaman zaman karşısına alıp
derleşir ve bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder..

Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar
Abbas..Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyif gecesi
akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;

-Sen İstanbul ‘ u bilir misin Abbas?
-Bilir komutanım..
-Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
-Bilir komutan!.Ben orda acemi birlikteydim. .
-Orda benim bir sevgilim var.. Sen kaçırıp onu bana getirir misin?
-Elbet komutan!

Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki.. Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş
tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar;

-Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
-Ben İstanbul’a gidecek komutan!..
-Ne yapacaksın sen İstanbul’da?
-Sen söyledi bana.. Ben gidecek sana Sevgiliyi getirecek!..

Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp
kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı.. Fakat bu mert askerin,
yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından
duygulanır..

Akşam olur.. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas’ı karşısına
oturtur.. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kağıda
döker!……

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş ‘ tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

27 Eylül 2009 Pazar

ÖĞRENDİM Kİ

ÖĞRENDİM Kİ
Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde, senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa,
anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve
inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi,
sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun,
pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

8 Eylül 2009 Salı

9 EYLÜL İZMİR'İN KURTULUŞU

30 Ağustos 1922'de Dumlupınar (Başkomutan) Meydan Muharebesi'nin kazanılması ile Yunan ordusu imha edilmiştir. 1 Eylül 1922'de
"Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir" emrini verir.

9 Eylül 1922'de ordumuz İzmir'i alır. Atatürk İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Rauf (Orbay) Bey'e telgrafta:

"Birliklerimiz İzmir doğu sırtlarında düşmanın son direnişini kırdıktan sonra bugün mağlup düşmanla beraber İzmir'imize zaferle girdik. Ben yarın öğleden itibaren İzmir'de bulunacağım"der.

Aynı gün Yunan'ın ateşe verdiği Kasaba'ya (Turgutlu) varıp burayı ve yanan köyleri geçer. Armutlu'ya gelinir. Burada mola verilir Mustafa Kemal koyu bir güneş gözlüğü taktığı için tanınmaz. Orada bulunan bir ihtiyar, koynundan bir resim çıkarır, bir kaç kere önce resme, sonra Mustafa Kemal'e bakar. Mustafa Kemal gözlüğünü alnına doğru kaldırınca ihtiyar daha yakına yanaşır ve daha dikkatlibakar. Birdenbire yüzünün rengi değişir, her yanı titreyerek,

"Bu sensin, bu!"diye bağırır.

Sonra orada bulunanlara dönerek, haykıra haykıra

"Ey ahali koşun, koşun! Bu odur, Kemalimiz geldi!"der demez bütün halk otomobile koşar. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı kimi toprağı, kimi tekerlekleri öpüyor, kimi Mustafa Kemal'in boynuna, eline sarılıyor kimi otomobili omuzlarında taşımaya çalışıyordu.

Mustafa Kemal 9 Eylül 1922 Cumartesi günü karargahı ile Belkahve'ye varır. Bir incir ağacının altında Kadifekale'de şanlı bayrağımızın dalgalandığı İzmir'i uzun uzun seyreder. Düşman devletlerin karma donanması körfezdedir. Hava kararıncaya kadar burada kalır. Geceyi geçirmek için Nif (Kemalpaşa)'ya gelinir. Rüşen Eşref Ünaydın anlatır:

Seni, bir iki basamak merdivenle ilk katına çıkılan, zaten sanırım o ev sadece bir katlı idi, o evin kapısından içeri girişte, başları beyaz örtülerle sımsıkı sarılı köy kadınları karşıladılar. ....Yedi sekiz kadın... Gölgeler gibi çekingendirler. Seni o dar girişte görünce, yerlere doğru eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler; baş örtülerinin ucu ile ayaklarından tozlar aldılar, bir ikisi o tozları gözlerine sürdüler! Ve onların gözlerinden senin ayakkabılarına yaşlar damladı. Sen onları ağır başla selamladın. Onlar senin önünde el bağladılar, yaşlı gözlerle sana uzun uzun baktılar. Bu el bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne kadar daha iyi anlatıyordu."

Atatürk yanında Mareşal Fevzi (Çakmak) Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve karargahı ile 10 Eylül 1922 günü İzmir'e girmiş burada Fahrettin (Altay) Paşa İle buluşarak doğruca Hükümet Konağına gitmiştir. İzmirliler kurtarıcılarını büyük bir törenle, sevinç ve coşkunlukla karşılamışlardır. İzmir Hükümet Konağı balkonundan, Konak alanını hınca hınç dolduran İzmirlileri, selamlayarak kısa bir konuşma yapar. "Bu başarı milletindir" der. Daha sonraları da yapılan her türlü hamleyi ve başarıyı hiç bir zaman kendine değil, canından çok sevdiği milletine mal etti. Konak Meydanı'na İzmirli Türklerin büyük kurtarıcılarına armağanı olan bir açık otomobil getirirler. Otomobilin her yanı kırmızı beyaz kurdelelerle küçük beyaz güllerle süslenmiştir. Gül bahçesi gibi arabayı beğenerek seyreder. İzmirlilerin inceliğinden duygulanır. Fakat; çiçeklerin arasındaki kuzuyu fark edince, Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey'e dönerek:
"Aman! Çabuk gidin söyleyin; şu kuzuyu kesmesinler..."

Ruşen Eşref Bey anlatır:

"Aşağıya çok hızla koştum. Fakat; kapını önüne varınca gördüm ki beyaz mermere al kanlar yayılmış, vaktinde yetişemediğimi arz için başımı ve ellerimi kaldırıp yukarı sana doğru baktım. Gördüm ki balkondan çekilmişsin şimdi o anı bir daha hatırladıkça, saldırgan ordusunu yok etmiş bir Muzaffer Başkomutanın bir kuzu kanı dökülmesine bakamayacak derecede bir insan yüreği taşır olduğunu hasretle bir daha anıyorum."

İzmir'de Düşman Bayrağına Saygı

Aynı gün öğleden sonra bir atın kuyruğuna bağlanmış yerde sürüyen Yunan bayrağını görünce "Bayrağı ters taşıyabilirler fakat; yerde süründürmesinler, bu bizim adetlerimize yakışmaz"
Diye haber gönderir ve bayrak atın kuyruğundan kaldırılır.
Daha sonra Mustafa Kemal yanına yazar Ruşen Eşref'i ve yaverlerini alarak otomobiline biner, biri otomobilinin önünde diğeri arkasında yer alan iki kısraklı süvari bölüğünün arasında, Konak Meydanı'ndan Karşıyaka'da onu konuk etmek için hazırlanmış eve gitmek üzere ayrılır.
Karşıyaka'daki kalacağı eve geldiğinde evin mermer taraçasına çıktıktan sonra kapının önüne ipek bir Yunan bayrağı serilmiştir. Üzerine basılacak bir yol halısı gibi yayılmıştır. Kadın ve erkek orada bulunan İzmirliler:
"Buyurunuz geçiniz.... Bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir"

Diye yalvarıyorlardı. Mustafa Kemal yerde serili bayrağın önünde durur, ağlayarak yalvaran kadın ve erkeklere tatlılıkla bakarak;
"O geçmişte kötü etmiş. Bir milletin istiklalini temsil eden bayrak çiğnenmez. Ben onun hatasını tekrar edemem"der. Bayrağı kaldırtır ve bembeyaz mermerlere basarak içeri girer.

Ruşen Eşref Ünaydın

"İşte sen İzmir'e ilk gün zaferinle böyle girdin"der.

18 Haziran 2009 Perşembe

YANITI ESEN YELDE


Daha ne kadar yol gitmeli ki insan?

Ona "adam" denebilsin,

Daha ne kadar denizlere yelken açmalı ki beyaz güvercin?

Gün gelip kumda yatabilsin,

Daha he kadar uçuşmalı ki mermiler?

Sonsuza dek yasaklanabilsin...

Yanıtı dostum, esen yelde.


Daha kaç yıl var olmalı ki dağ?

Eriyip denize kavuşsun...

Daha kaç yıl var olmalı ki bazı insan?

Bir gün özgür bırakılsın...

Daha kaç yıl başını çevirebilir ki bir insan?

Görmezlikten gelebilmek için...

Yanıtı dostum, esen yelde...

Esen yelde yanıtı.


Daha kaç kez yukarı bakmalı ki bir insan

Gökyüzünü görebilsin...

Kaç kulağı olmalı ki adamın?

Ağlayan insanları duyabilsin...

Yanıtı dostum, esen yelde...

Esen yelde yanıtı,

....esen yelde yanıtı.


Kaynak: Bob Dylan'ın unutulmaz eserinden alıntı...

11 Haziran 2009 Perşembe

TÜRKÇEMİZDEKİ DEĞİŞİM

Yıl: 1967

'Karşıma aniden çıkınca ziyadesiyle şaşakaldım ve çok mütehassis oldum... Nasıl bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim. Buna mukâbil az bir müddet sonra kendimi toparlar gibi oldum. Cemalinde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı... Üstümü başımı toparladım, kendimden emin bir sesle:
'Akşam-i şerifleriniz hayrolsun' dedim..'

Yıl: 1977

'Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve hislendim.. Ne yapacağıma karar veremedim. heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardi.. Üstüme çeki düzen verdim. kendimden emin bir sesle:
'iyi akşamlar' dedim..

Yıl: 1987

"'Karşıma aniden çıkınca fevkalâde şaşırdım ve duygulandım.. . Nitekim ne yapacağıma hüküm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum. Nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle:
'Hayırlı akşamlar' dedim..

Yıl: 1997

'Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve duygulandım... Fena halde kal geldi yani.. Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim... Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle:
'selam' dedim..'

Yıl: 2007

'Abi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yani ve duygu durumum kabardı... Oğlum bu is bizi kasar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yani... Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik.. "Sarıl oğlum" dedim, bu manita senin... 'Hav ar yu yavrum?''

Yıl: 2017...

'Karşıma aniden çıkınca korktum. Kapkara çarşafın içinde kara bir hayalet gibiydi. Ulan ne halt ettik de 2007de bu yobazlara oy verdik. O gün bugündür gitmediler başımızdan. Şimdi şu karşıma çıkan dünya güzeli midir yoksa kaknemin teki midir gelde anla. Bi daha bunlara oy verirsem diyecem ama oy verme falan da kalmadı ki. Kadılar konseyi midir nedir bişey çıktı. Başında da Fetullah Hoca. Dedikleri kanun oluyor. Tüüüh namaz vakti geçiyor. Ulan karıya daldık yiycez şimdi dayağı islam devriyesinden. Geçen Cuma namazında ağzımda sakız unutmuşum, daha onun morlukları geçmedi.........''

9 Haziran 2009 Salı

Bir Çocuğun Sorusu

Bir çocuğun sorusu
Baba!
Evet oğlum.
Dün gece uyuyamadım hiç...
Neden oğlum?
Varsayımlar kurdum.
Düşünüp durdum.
Düşünmenin yararı var.
Ama değil insanın uykusu kaçacak kadar.
Herşeyin bir kararı olmalı,
Her konuda olmalısın orta karar.
Herşey gibi düşünmenin de,
Azı karar,çoğu zarar!
Filesolar demişler ki:
İnsan düşünen hayvan!
Neydi uykunu kaçıran?
Din öğretmenimiz demişti ki derste
Müslümanlar ölürse savaşta,
Şehit olurmuş.
Şehitler giderken cennete,
Düşmanlar da doğru cehenneme!
Öyledir elbette!
Yaralanıp da ölmezse gazi,
Ölürse şehit!
Yani Müslümansa insan,
Ölşe de kazançlı,ölmese de...
Ona ne şüphe!
Ben de bunu düşündüm dün gece.
Iraklılar da Müslüman,
Türkler de...
Evet oğlum,elhamdülillah...
Allah allah!...
Ne var bunda şaşacak?
Körfez de savaş oldu ya,
Türkiye den kalkan uçaklarIraklının tepesine indi.
Türk askeriyle Irak askerleri,
Savaşsalar ne olacaktı?
Hangisi şehit olup
Gidecekti cennete?
Iraklı mı,Türk mü?
İşte bunu düşündüm bütün gece.
Bu da ne demek?
Hiçbir zaman,
Savaşmaz iki Müslüman.
Ya Kuveyt le Irak?
Ya Irak la İran?
İşte hepsi de Müslüman.
Her iki yandan
Öldü onbinlerce insan...
Hangisi giti cennete,
Hangisi cehenneme?
Sus!Töbe de...
de karıştırdın kafamı.
Düşün dedikse değil o kadar...
Herşeyin bir sınırı var.
Dedim ya,aşırısı zarar...
Ama merak ediyorum,
Cennete hangisi gidecek?
Sus ulan eşek oğlu eşek!
O senin cennet dediğn yer,
İnönü stadyumu değil...
Cennet,Allah ın bahçeşi,
Ne başı var,ne sonu.
Alır içine bütün Müslümanları,
Yeter ki şehit olup aksın kanları.
Baba,ama insan...
Sus dedim,ulan!...
Başlarım babanın şarap çanağından!
Düşün oglum dedik de haltettik.
Bosuna mı demiş atalarımız
Düşün düşün,b....r işin!
Cennete kim girecekmiş!
Bırak giren girsin,çıkan çıksın,
İranlısı Turanlısı,Kuveytlisi Iraklısı...
Yeter ki Müslüman olsun!
Ama baba...
Sus dedim,şimdi patlatırım.
Bana akıl ver Allahım...
Peki,hansi girecek cennete?
Sus ulan oğlum,sus!
Sana mı kaldı karışmak,
Yüce Allah ın işine?..................................

12 Nisan 2009 Pazar

İLKOKUL ÇAĞLARIMIZ

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı. Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım. Hatta babamın bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir parçası gibiydi,hep evdeydi. Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı. Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani. Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik. Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi. Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık. Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi. Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik. Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik. Kısacacı evine girip gelen ( ki sadece çişi gelen giderdi evine ) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi. Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi. Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu. gelirdik. Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi. Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık. Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın
üstüne koyar oyun bitince geri alırdık. Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi. Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştılırdık. Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık. Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık. Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık. Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim. Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum. Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem. Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç kuruş
hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri. Evlerimiz var içinde yaşayan yok. Parklarımız var içinde oynayan çocuk yok. Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar... Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu. Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady ' lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir. Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür.
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik?

Her toplum hak etiği gibi yönetilir derler ya,hak ettiği gibide yaşar
diyelim mi ?

11 Nisan 2009 Cumartesi

ÜSTÜN VE ÖZEL YETENEKLİ ÇOCUKLAR

ÜSTÜN ZEKA VE YETENEĞİN TANIMI
Üstün zekalılar, zihinsel yeteneklerinin yada zekalarının bir çoğunda akranlarına göre üst performans gösteren ya da gizil güce sahip olan , yaratıcılık yanı güçlü olan ve bir işe başladığında asla vazgeçmeyene üstün zekalı denilmektedir.

Üstün zekalılar ; geçerli ve güvenilir zekâ testlerinde sürekli olarak 130 ve daha yukarı zekâ bölümü (ZB) sağlayan; kendi yaşıtlarından rast gele seçilmiş bir kümenin %98’inden üstün olan çocuklardır.Üstün yetenekliler, bir ya da birden çok yetenek alanında yada zeka özelliğinde akranlarından çok üstün performans gösteren ya da gizil güce sahip olan ve diğer alanlarda ortalama yeteneğe sahip olanlardır. Üstün yetenekliler zeka bölümü sürekli olarak 120 ve daha yukarı olup da güzel sanatlar, matematik ve teknik gibi alanlarda yaşıtlarından belirgin ölçüde üstün olan çocuklardır.

ÜSTÜN ZEKÂLI VE ÜSTÜN YETENEKLİ ÇOCUK KİMDİR ?

Literatürde genellikle üstün yetenekli ve üstün zekaya sahip çocukların yaşamlarının ilk yıllarından itibaren gelişim aşamalarına normal gelişim standartları gösterenlere göre daha hızlı ulaştıkları vurgulanmaktadır. Ancak üstün yeteneklilik tiplerine göre, bu hızlı ilerleme özelliği değişebilir, özel bir alanda yetenekli olan çocuğun tüm gelişim alanlarında hızlı olması beklenmemelidir. Örneğin, görsel sanatlar alanında üstün yetenekli olan çocuk sadece bu alanda yaşıtlarından, üstün olma özelliği göstermekle birlikte, diğer gelişim alanlarında standart gelişim ritmi izleyebilir (ERSOY ve AVCI 2001: 129). Dolayısıyla öncelikle üstün zekâ ve yeteneğe sahip çocukların tespit edilmesi ve yetenek alanlarının belirlenmesi gerekir.
Eğer çocuktaki yetenek düzeyi olağanın çok çok üstündeyse, tanımlamak oldukça kolaydır. Herhangi türden bir ölçüm yapılmadan çocuğun kabataslak yeteneği hakkında bir şeyler söylenebilir. Örneğin, çocuk üç yaşındayken temel dört işlemi yapabiliyorsa, dört yaşından önce kendiliğinde okumaya başladıysa, bu çocuğun üstün zekalı olduğunu ölçüm yapmaksızın söyleyebiliriz. Buna benzer olarak, üç yaşında her türlü müzik aletini çalabilen ya da olağanüstü resim yapabilen bir çocukta da olağanüstü müzik ve resim yeteneği bulunduğu apaçık ortadadır. Bu türden çocuklar okul sistemi içinde kolaylıkla tanınır. Bunlara uygulanacak ölçümler tanılamadan çok yeteneği kanıtlama biçiminde olacaktır.
Üstün zekalıların bir bölümü ise gerek ana-babaları gerekse öğretmenlerince kolaylıkla fark edilemez ya da yanlış yorumlanabilirler. Yapılan araştırmalar böylesi çocukların bazılarının belirli alanlarda üstün başarı, diğerlerinde ise düşük başarı gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Bunlar çoğunlukla öğretmenleri ve arkadaşlarınca mantık dışı davranan ya da acayip fikirleri olan kişiler olarak görülebilirler (ATAMAN 1998: 337-338).
Üstün yetenekli çocukların ileride önemli roller oynayacak yetişkinler haline getirilebilmesi için önce, onların erkenden bulunması doğru tanı konulması gerekmektedir. Bu çocukların bazıları üstün gelişimleri ve başarıları ile kendilerini daha kolay tanınabilir hale getirmektedir. Fakat, bazılarının yetenekleri çeşitli nedenlerden ötürü gizli kalmaktadır. Gerçekten üstün olan yeteneklerini bir türlü ortaya koyamamışlardır. Her toplumun her kuşağında böyle gizli kalmış, keşfedilmeden eriyip gitmiş pek çok yetenekli birey bulunmaktadır. Sosyal, ekonomik ve kültürel düzeyi düşük ailelerde, azınlık gruplarında, okula gidememiş ya da çok erken ayrılmak zorunda kalmış olanlarda üstün yeteneklerin fark edilmesi daha güç olmaktadır. Hatta okula devam edenler arasında farkına varılmayıp tersine kanılarla damgalanmış, gerçek yetenekleri sonradan ortaya çıkmış olanlar bulunmaktadır. Galton, Churchil, Edison bu gruba verilebilecek en önemli örneklerdendir. Bu bakımdan üstün yeteneklilerin seçimi önemli bir konu olmaktadır (ÖZSOY ve ark. 1989: 144-171).
Yukarıda belirtilenlerle birlikte üstün zekalı çocuğun kesin bir tanılamasının güç olduğu söylenebilir. Ancak onu diğerlerinden ayıran belli başlı özellikleri yakın çevresi (Anne-Baba ve öğretmenleri) tarafından bilinirse onların sorunlarına daha sağlıklı çözümler getirilebilir.
ÜSTÜN ZEKALI VE ÖZEL YETENEKLİ ÇOCUKLARIN ÖZELLİKLERİ
Zihinsel Gelişim Özellikleri:
• Çeşitli alanlarda özel yetenekleri vardır,
• Yoğun motivasyon gösterebilirler,
• Gelişim basamaklarını yaşıtlarından önce tamamlarlar,
• Sürekli soru sorarlar, meraklıdırlar, öğrenme ve bilgiye açlık duyarlar,
• Ayrıntılara dikkat ederler,
• Kendisinin seçtiği konuda veya ilgi alanlarında bağımsız çalışabilirler,
• Çabuk ve kolay öğrenirler, kavrama ve akılda tutma süreleri yüksektir,
• Birbirini takip eden konular, olaylar dizisi karşısında sonraki adımı tahmin edebilir,
• Derin ve geniş ilgi alanlarına sahiptirler. Bir alanda öğrendiği konu ile bir başka alanda öğrendiği onu arasında akla yatkın ilişkiler kurabilir,
• Kelime hazineleri zengindir, kelimeleri doğru telaffuz eder yerli yerinde kullanırlar, akıcı bir konuşmaları vardır,
• Bildiklerini, düşündüklerini yaşıtlarından daha iyi ifade edebilirler.
• Bir öykünün yada paragrafın ana fikrini yaşıtlarından daha çabuk bulup çıkarırlar,
• Neden sonuç ilişkilerini ve benzerliklerini yaşıtlarından daha çabuk ayırt ederler,
• Karmaşık ve zor problemlerden hoşlanır ve yaşıtlarının çözemediği problemleri çözebilirler,
• Ders başarıları yüksektir, • Eleştirebilme yetenekleri yüksektir,
• Orijinal, yaratıcı ve girişkendirler,
• Başarılı oldukları alanda yüksek performans ve potansiyel kabiliyetlerini tek başına veya birleştirerek kendilerini gösterirler.
Sosyal Alandaki Yetenek Özellikleri:
• Kendilerine güvenir, kolaylıkla sorumluluk alabilirler,
• Yeni ve değişik durumlara kolay ve çabuk uyarlar,
• Sosyal etkinliklere katılmaktan hoşlanırlar,
• Duyarlıdırlar, empati yetenekleri gelişmiştir,
• Grup içinde lider olurlar,
• Grubun ilerisindedir, yetişkinlerle iletişime girmeyi tercih ederler,
• Başkalarıyla kolayca işbirliği yaparlar,
• Genelde alçak gönüllüdürler, başkalarına yardım etmekten hoşlanırlar,
• Sınıf arkadaşları tarafından yeni fikir, bilgi kaynağı ve grup lideri olarak görülürler,
• Okula severek giderler. Çalışkandırlar, amaçlarına ulaşmaktan ve başarıdan zevk duyarlar,
• Güçlü bir konsantrasyona sahiptirler. Azimli ve sabırlıdırlar,
• Sorumluluk duyguları gelişmiştir. Sorumluluk almayı çok ister ve bunu yerine getirmekten hoşlanırlar,
• Espri yetenekleri vardır, fıkra anlatmaktan hoşlanırlar,
• Yaratıcı öyküler anlatır ya da yazarlar,• Değişik konularda okur ve zor metinleri okumaktan keyif alırlar,
• Sosyal problemlerde araştırma, uygulama, hipotez oluşturma anlamlı sonuçlara varma, yazılı yada sözel sunular için sonuçları etkin bir biçimde düzenleme yeteneğine sahiptirler.

Üstün yetenekli çocuklarında tıpkı diğer çocuklar ya da insanlar gibi farklılıkları, ve özelleşmiş alanlarda daha belirgin olan yetenekleri olabilmektedir. Bu nedenle üstün yetenekli çocuklar terimine özel yetenekli çocuklar eklemesi yapılmaktadır.
Müzik Alanındaki Yetenek Özellikleri:
• Ritim ve melodiye diğer çocuklardan fazla tepkide bulunurlar,
• Müzikle çok ilgilenirler. Kaset, CD dinler, nerede müzik etkinliği varsa ona katılmak isterler,
• Müzik parçaları bestelemeye büyük istek ve çaba gösterirler,
• Başkaları şarkı söylerken onlara katılmaktan hoşlanırlar,
• Duygu ve düşüncelerini anlatmak için sık sık müziği araç olarak kullanırlar,
• Çeşitli müzik aletleri ile ilgilenir, onları çalmayı denerler,
• Şarkıcılar ve müzik parçaları ile ilgili koleksiyonlar yaparlar,
• Dinlediği şarkıyı kısa zamanda öğrenir, anlamlı ve uygun şekilde söylerler.
Resim Alanındaki Yetenek Özellikleri:
• Çeşitli konularda ve diğer çocukların yaptığından değişik çizimler yaparlar,
• Resimlere derinlik verir ve parçalar arasında uygun oranlar kullanırlar,
• Resim yapmayı ciddiye alır ve bundan haz duyar ve buna çok zaman harcarlar,
• Diğer insanların yaptığı resim çalışmalarına ilgi duyarlar,
• Diğerlerinin eleştirilerinden hoşlanır ve yeni şeyler öğrenirler,
• Resmi kendi yaşantılarını ve duygularını ifade etmek için başarılı bir şekilde kullanırlar,
• Çamur, sabun ve plastilin vb. yumuşak gereçlerle üç boyutlu figürler yapmaya özel bir ilgi gösterirler.
Matematik Alnındaki Yetenek Özellikleri:
• Verilerin ele alınmasında, düzenlenmesinde göze çarpan yeteneğe sahiptirler,
• Orijinal yorumlar yaparlar, zihinsel çevikliğe sahiptirler,
• Yazılı iletişimden ziyade sözlü iletişimi tercih eder ve fikirlerin iletilmesinde göze çarpan yeteneğe sahiptirler,
• Aynı problemi farklı yöntemlerle çözebilirler,
• Olağan dışı matematiksel işlemler yapar, gayret gerektiren olağandışı problemler sorarlar,
• Problemi kısa sürede çözer, uygulamaya, analize, senteze ve değerlendirmeye odaklanırlar,
•Matematiği başka kategorilere entegre edebilirler.
• Yanlış ve doğruyu seçme güçleri fazladır.• İlgisiz gibi görünen işlemler arasında ilgi kurarlar.
Fen Alanındaki Yetenek Özellikleri:
• Fikir ve hipotezleri test etmeye yönelik deneyler yaparlar,
• Fen ve teknik araçları kullanabilir ve bunlara vakıf olurlar,
• Yerinde ve yeterli veri seçer, bunlardan çıkarımlar yaparlar,
• Fikirleri hem niceliksel hem de niteliksel ifade edebilirler,
• Fen bilgisini toplumsal değişim için kullanır ve uygularlar,
• Bilimsel gözlem, veri toplama ve yorum yapma becerileri vardır,
• Problemlere yönelik duyarlılığa, yeni fikirler geliştirme yeteneğine ve değerlendirme yeteneğine sahiptirler,
• Yüksek düzeyde mekanik düşünme yeteneğine sahiptirler, uzay ilişkilerine ilgi duyarlar,
• Fen bilgisi konusunda otorite olan kaynakları tarar, fen raporlarını yorumlayarak bir ilgi zemini oluştururlar.

Ancak bu çocukların yukarıda sayılan olumlu özellikleri yanında sınıf yönetimi açısından bir takım olumsuz özellikleri de bulunmaktadır;
Üstün zekalı ve yetenekli çocukların karakteristik özellikleri vurgulanırken belirtildiği gibi bu çocukların büyük bir çoğunluğu yüksek enerjiye sahip kimseler. Bunlar yerlerinde duramaz, sürekli yenilik, hareket isterler. Diğerlerinden çok farklı niteliklere sahiptirler. Bu nedenle de normal sınıf ortamında çeşitli olumsuzluklara neden olabilirler. Bunlar şu sebeplerden kaynaklanabilir:
  • Bu çocukların bilgi, ilgi ve beceri düzeyleri aynı yaştaki ortalama öğrencilerin hayli ötesindedir.
  • Bilgi, ilgi ve becerileri düzeyinde ihtiyaçları karşılanmazsa çabuk sıkılır ve sınıfta huzursuz, yerinde duramayan bir duruma gelirler.
  • Bilgi, ilgi ve beceri düzeyleri yüksek olduğundan sınıfları ve yaşlarından umulmayan konularla ilgilenip soru sorabilirler.
  • Herhangi bir konu işlenirken yanılgıyı bulmak, eleştiri, itiraz gibi tepkiler vermeleri olağandır.
  • Konuşmayı severler. Gerek ders dışında küme tartışmalarında, gerekse ders esnasında sınıfın yönetimini ve konuşma düzenini sağlamak oldukça zordur.
  • Bazı durumlarda yaptıkları tepkiler “garip, anormal” görünebilir. Gerçekte bu durum yaşlarının hayli ötesinde bir algılama ve değerlendirme gücünün sonucu olabilir. Einstein’nın altı yaşındayken geçit töreninde gördüğü askerlere bakarak, “Bunlar gibi makine olmak istemiyorum” diye ağlaması gibi.
  • İmgesel etkinlikleri güçlüdür. Bunun sonucu olarak imgesel yaşantılarını gerçek yaşantıları ile karşılaştırabilmeleri olağandır. Bu durumda hem gerçeği hayalden ayırabilmeleri hem de imgelerini öncelikle yaratıcı etkinliklerde kullanmaları için gerekli rehberlik yapılmalıdır. (ENÇ 1979: 217-218).
  • Bu çocuklar, genellikle kendilerini yaşıtlarıyla aynı seviyede görmezler. Bir kısmı tecrit edilmişlik veya bir köşeye itilmişlik hissine kapılırlar. İçine kapanıklıkları sebebiyle arkadaş sayıları birkaçı geçmeyebilir. Okullardaki dersler onları sıkabilir. Bunlardan bazıları, yaşıtlarıyla birlikte olabilmek için yeteri kadar başarılı olmak istemeyebilir. Eğer duyguları beslenmezse, toplum dışında kalabilir hatta suça meyilli hale gelebilirler. Yetişkinler bu çocukların özel ihtiyaçlarını fark edip potansiyellerini değerlendirebilmeleri için onlara yardımcı olmalıdırlar.
  • Üstün yetenekli çocuklar, birbirleriyle çok etkili ve verimli bir iletişim kurabilmekte, böylelikle anlaşılmaz olma sıkıntısından bir derece kurtulmaktadırlar. Dolayısıyla bu çocukların katıldıkları ortak proje ve programların önemi büyüktür. Tecrübesiz anne ve babaların evdeki üstün yetenekli ve hünerli çocuklarıyla ilgilenmesi hiç de kolay olmaz. Özellikle okul öncesi dönemde böyle bir ebeveyn yardıma ve rehberliğe muhtaçtır.
    ÜSTÜN ZEKALI VE ÖZEL YETENEKLİ ÇOCUKLARIN SINIF YÖNETİMİ VE DERS BAŞARISINDA ÖĞRETMENE DÜŞEN GÖREVLER
    Bu tip çocuklar için sınıf öğretmeninin öğrenim görevlerinin dışında ek öğrenim programları hazırlaması gerekir. Sınıfın seviyesi onların seviyesinden çok aşağıda kalabilir. Aşağıda belirtilen noktalar dikkate alınarak çocukların daha iyi gelişmelerine daha iyi yardımcı olabilmek için sınıf öğretmeni;
  • Çocuğun çalışma ve ödevlerini sınıfın işlemekte olduğu konularda ve aynı tempoda tutmaya çalışmamalı, onun güç ve süratine uygun ödevler vermelidir.
  • Ödevlerde tekrara ve alıştırmalara fazla yer vermemelidir.
  • Daha çok problem çözme tekniğini gerektiren ödevler vermelidir.
  • Yarı teknik malzemelerin okunması, özetlenmesi, bazı araçların modellerinin yapımı, şemalarının çizimi ve onların çalışma kurallarını açıklama ödevleri verilmelidir.
  • Tartışma, proje ve dramatizasyon çalışmalarına önem verilmelidir.
  • Tasnif, organize etme ve maddelendirme olanağı veren fırsatlar hazırlanmalıdır.
  • Ders etkinliklerinde kitabi etkinliklerden çok, geniş gözlem ve deneylere yer verilmelidir.
  • Kendilerine özgü ilgileri olduğundan grupla olduğu kadar bireysel çalışmalara da önem verilmelidir
  • Öğrenciyi okul içi ve dışı etkinliklere yönlendirmelidir.
  • Önderliği gerektiren ya da önderliği geliştirmeye fırsat verecek çalışmalara katılması için teşvik edilmesi gerekir.
  • Bu tip çocuğun başarısını, sınıf arkadaşların kendi öğrenme güç ve sürati ile karşılaştırmalıdır.
  • Anne ve baba ile bu konuda işbirliği yapmalı, onlara çocuklarını ihmal etmeden ve gurura kapılmadan yetiştirmek için gerekli anlayışı kazandırmaya çalışmalıdır.
  • İleri öğrenim için en uygun yolun seçilmesinde uzmanlarla işbirliği yapılmalı.
  • Bu çocuklarda üstünlük duygusunu yaratmak, aynı “aşağılık duygusu” kadar zararlı sonuçlar doğurur. Çocuk arkadaşlarını ve çevresindekileri aşağı görür ve toplumda yalnız bir kişi olarak yaşamına devam etme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Onun için üstünlük duygusunun çocuklarda yaratılmamasına azami dikkat sarf edilmelidir.
  • Akademik konular için resim, müzik, beden eğitimi gibi dersler ihmal edilmemelidir.
  • Sınıf Öğretmenlerinin benlik duygularının güçlü, onurlu ve yüksek iradeli olması gerekir. Kendilerine değer ve önem verdikleri kadar başkalarının benliklerine de değer ve önem veren, onlara saygı duyan, onları destekleyen, onlara güvenen kimseler olmaları gerekir. Esnek olan, yeni fikirlere açık olan, entelektüel, edebi ve kültürel konulara ilgili kimseler olmaları gerekir. Bilgilerini artırmak, yenilemek, gayretinde olan, başarıya tutkun, aşklı, şevkli ve istekli; hassas ve anlayışlı olan kimseler olmaları, mükemmeli arayan ve kendini buna adamış, bilinçli ve sorumluluk üstlenmekten korkmayan nitelikte olmaları gerekir.
  • Baskıcı ve kollayıcılıktan ziyade yol gösterici olan otoriterlikten daha çok demokratik olmayı tercih eden kimseler olmaları gerekir. Sonuçlardan çok işleyişle ilgilenen, kuralcılıktan ve gelenekçilikten daha ziyade yenilikçilik ve deneyimciliği ön planda olan kimseler olmaları gerekir.
  • Kendilerine has, esnek ve öğrencinin isteklerini ön plâna çıkaran programlar geliştirip uygulayan; sıcak müsamahakar bir atmosfer oluşturan; bireylere göre farklılaşan stratejiler uygulayan; kişilerin imajlarına saygı duyan ve pozitif davranışları destekleyen; onların inanç ve değerlerine saygılı olan; hayal gücüne ve üretkenliğe saygı duyan, dersin entelektüel seviyesini tutan; ferdiyetçi davranışlara ve kişiliklere saygılı olan; konularına son derece hakim olmanın yanında, daima kendilerini yeni temel, bilgi ufkunu genişletmeyi ihmal etmeyen; öğrencilerine inanan, güvenen ve onlara eşit davranan kimseler olmaları gerekir.
  • Sınıf öğretmenleri bu çocukların daha farklı eğitim programlarından nasıl faydalanacakları konusunda çocukları ve velileri bilgilendirmesi faydalı olacaktır. Bu konuda üstün beyin gücünü geliştirme, yararlanma amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak çeşitli illerimizde bilim ve sanat merkezleri projesi pilot uygulamalarla üstün veya özel yetenekli çocukların; yeteneklerinin farkında olmalarını sağlayarak mevcut yetenekleri doğrultusunda kendilerini geliştirmeleri, kendileriyle ilgili olumlu benlik saygısı geliştirmeleri, yaratıcılıklarını en üst düzeyde kullanma becerisi edinmelerini sağlamak amacıyla çalışmalarına başlamıştır.
  • Üstün zekalı ve yetenekli bireyin tanılanıp değerlendirildikten ve potansiyeli belirlendikten sonra gereksinimlerini en iyi şekilde karşılayacak eğitim programına ve hizmetine verilmelidir.

Sağlanacak eğitsel hizmetler ise üç ana başlık altında toplanabilir.

Hızlandırma:

Çeşitli uyarlamalarla bir programın normal sürecinden daha önce tamamlanmasıdır. Okula erken başlama, sınıf atlama, ileride olduğu derslerde sınıf atlama, birkaç sınıf birleştirme, program süresinden daha kısa sürede tamamlama, kurslar alma ve seminerlere katılma gibi pek çok şekilde uygulanabilmektedir. Ebeveynler, öğretmenler ve yöneticiler genellikle üstün yetenekli çocukların hızlandırma programına dahil olabilmesinde yeterli sosyal, duygusal, fiziksel ve motor olgunluktan yoksun olduklarını düşünmektedir. Ayrıca hızlandırma programı çocuğun yaşıtlarıyla iletişim kurma gereksinimlerine cevap verememektedir. Öğrenciler, bağımsız çalışma yeteneğinden, yoksun olmaktadırlar. Bununla beraber hızlandırmanın en avantajlı yanı, çocukların sıkılmasına fırsat vermemesidir. Bu nedenle, çocuklar eğitim programına çok istekli katılmaktadır.

Gruplama:

Gruplamanın, normal sınıflardaki üstün yetenekli öğrenciler için küme gruplandırmaları, özel bir sınıf gruplandırma, özel bir okulda gruplandırma, kaynak odada gruplandırma ve kaynak merkezlerinde gruplandırma, özel seminerler, özel yan kursları, çeşitli çalışma merkezlerindeki (müzeler, üniversiteler, bilim laboratuarları ve endüstri gibi) özel çalışmalar şeklinde uygulamaları bulunmaktadır. Bu tip özel gruplandırmalar uygun olarak düzenlendiğinde çocukların yeteneklerini geliştirmede belirgin düzeyde başarı sağlandığı, çocukların bu uygulamalarla benlik kavramlarının geliştiği görülmektedir.

Zenginleştirme:

Normal sınıf programında üstün yetenekli öğrencilerin özelliklerine ve gereksinimlerine uygulamalar yapılması esastır. Bunun için normal sınıf içinde farklılaştırılmış öğrenme deneyimlerinin plânlanması gerekmektedir. Yatay ve dikey olmak üzere iki türlü zenginleştirme yapılabilmektedir. Yatay zenginleştirmede etkinlik ve ders türünü artırma söz konusudur. Dikey zenginleştirme ise o konu ile ilgili derinlemesine çalışmalar yapılmaktadır. Zenginleştirme 1930’lardan bu yana üstün yetenekli öğrencilere akranlarıyla bir arada olup sosyalizasyon olanağı sağlaması açısından önemli görülmekle birlikte diğer eğitsel düzenlemeler ile karşılaştırıldığında üst seviyede bir performansı ortaya çıkarmadığı görülmektedir. Bu yaklaşımın uygulanabilmesi ise öğretimin konu ile ilgili yeterliliğe sahip olmasına bağlıdır (ERSOY ve AVCI: 136–137).

Yukarıda belirtilen niteliklere bir öğretmenin çok kısa bir sürede sahip olması belki güç görülebilir. Bunların bir kısmı fıtri, bir kısmı da deneyim ve iyi bir eğitimle elde edilebilecek özelliklerdir. Ancak buradan üstün zekalıların öğretmenleri de üstün zekâ ve niteliklere sahip olmalıdır gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Ortalama bir öğretmen çeşitli açılardan üstün zekalılara kaynaklık ve önderlik yapabilir.

Üstün yetenekli bir çocuğun yetişmesindeki kilit nokta saygıdır; farklılığa saygı, fikirlere saygı, hayallerine saygı. Kabiliyetlerin yeşermesi için özel müfredatlar, yazılımlar ve programlar yanında huzurlu, emin ve sıcak bir aile ve okul ortamı da gereklidir

4 Nisan 2009 Cumartesi

ATATÜRK VE ŞIH

ATATÜRK ve ŞIH
Atatürk, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
“Kimdir bu?” Vali yanıt verir;
“Efendim kendisi ŞIH'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.”
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
"Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh;
"Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.

Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister.

Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
“Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
“Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır;
"İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...

Bugünün Türkiye'sini aslında o zaman anlatmış olan Ata'mızın kemiklerini Sızlatmamak dileğiyle...

ATALARIMIN KİMLİĞİ KİMLİĞİMDİR

ATALARIMIN KİMLİĞİ KİMLİĞİMDİR....
Artık çok sıkılmıştım bu kelimeleri duymaktan. Bir kadın, elindeki mikrofona olanca gücüyle hükmediyor ve çıkan yankının sesi mikrofonu dahi bezdiriyordu.

“Ben Türkiyeliyim, ben Müslümanım, ben Atatürkçüyüm, ben laiğim, ben Ermeni’yim.” diye giden ben-lerle dolu bir nutuğun ardından başıma ağrılar girmişti. O an mikrofona baktım, bu sesleri binlerce kez alınan ve dışarı duyurmak zorunda kalan o küçük alet bile bezmişti ve bezginliğini cızırtılı tonlarla belli ediyordu!

Evet, yorulmuştum artık; bu sözlerin sakız etkisi yaparak anlık tatlar vermesinden. Önce sustum, sonra yine sustum ve en sonunda kalabalığın arasında buldum kendimi. Suçu olan bir çocuk gibi yalnız ve ıssız hissettim kendimi. Midemden yüreğime doğru bir güvercin kalktı, ateşim yükseldi, bacaklarım titredi, beynim zonklamaya başladı. Olanca gücümle binlerin içinden sesimi duyurmayı başardım ve:

“Neysen nesin. Ben Türk’üm, anlıyor musun, ben Türk’üm.” diye bağırdım. Müthiş bir gürültü koptu; futbol maçlarında oyuncunun golü kaçırdıktan sonraki seyircinin binler tepkisi gibi, başıma balyoz gibi indi.
“Bu değildi benim istediğim, ben iyi bir şey demiştim; vallahi ya, ne dedim şimdi ben.” gibi anlamsız sözler çıktı ağzımdan.
Kalabalık tek bir vücut değil, tek bir göz oldu sanki. Üzerime gelen bakışlardan kendimi korumak için bir an düşündüm ve sözler tatlı bir yağmur etkisi ile çıktı ağzımdan:

“Bana öyle bakmayın. Beraber gelmedik mi Orta Asya bozkırından? Unuttunuz mu Bilge Kağan’ı, ya Uygurları? Onlar getirmedi mi dünyaya medeniyeti? Ya o sevdalı “Türk”ülerimiz,” hiç mi kulağınızda çınlamıyor?

Kendinize gelin, utanmayın ırkınızdan.
Bize hakaret edenlerin ekmeğine yağ sürmeyin.
Çanakkale’yi düşünün, “daha deniz görmemiş çoban çocukları” denizi görünce öldüler, bir hilal uğruna nice canlar bile bile ateşe attılar kendilerini.
Allah aşkına, siz atanızı da mı unuttunuz?
Ne olur susmayın!
Bakışlarınızla kan kusmayın!
Kan uykusundakileri düşünün, bir şeyler söyleyin...”


Ve binler milyonlara, milyonlar yetmiş iki milyona dönüştü ve

“ırkçılar dışarı, ırkçılar dışarı..” diye bağırdı.

“Türk’üm” demenin ırkçılık olduğunu sananlar Kubilay’ı vurdukları gibi beni de zihinlerinde idam ettiler. Bütün bu iyi niyetlerimin, bütün ideallerimin üzerine basarak gittiler.
Anladım ki beyinlerimiz birinin elleri arasında, bizim bugün
“Ermeni” olma günümüz! Acıyı, sevinci yaşamanın sınırsızlığını çok iyi bilen biz, vurulan güvercine üzülmüştük. O kadar üzülmüştük ki bir anda soy değiştirip “Ermeni” olabilmiştik!

Peki ya bugüne kadar vurulan Türkler için hiç “Türk” olmuş muyduk! Daha ne kadar soy değiştirecektik, daha ne kadar düğmelerle yaşayacaktık? Her gün Güneydoğuda onlarca güvercin değil, yiğit ölürken biz kaç kez Türk olabilmiştik?
Kalabalığın arkasından olanca hızımla koştum; ama kalabalık, soyunu değiştirmişti çoktan. Omzumda bir el hissettim. Gözleri kanlanmış beş on adam gördüm. Yere düşmüşken tuttular beni. Onları tanıyordum, onlar benim atamdılar.Bilge Kağan aldı sözü:
“Ben onlara Çin’in sözü tatlı, ipeği yumuşak olur, kanmayın dedim, anlamadılar. Onlar Türklüğü bilmiyorlar.” dedi ve ağladı.
Onu teselli edense hayatta en çok hayran olduğum insandı: O Atatürk’tü.
“Kalk atam, bu halk beni bile sakız etti ağızlarına, Türk’üm diyen mutludur dedim, anlamadılar. Türkçe önemli dedim,
“okey” dediler!
"Sen üzülme. Beni bile unuttular, daha 83 yıl oldu her şeyi inşa edeli, yerle bir ettiler. Onlar Türklüğü bilmiyorlar.” dedi ve bir ışıkla yok oldular. Ağzımdan sadece şu sözler döküldü:
“Onlar Türk olmanın dayanılmaz hafifliğini(!) yaşıyorlar, gitmeyin; yardım edin!”


(ALINTIDIR)

ÖZÜR DİLERİM ATAM

Özür dilerim Ata m...
Kendimize olan saygımızı yitirdiğimiz için önce.

Sonra benliğimizden vazgeçip başkaları gibi olmaya çalıştığımız için, bizim olmayanları onlardan fazla sahiplendiğimiz için özür dilerim.

En medeni milletlerden biri olduğumuzu unutup medeniyet denen şeyi yabancı maskeler takmak zannettiğimiz için, medeniyet dediğimiz şeyin tek diş kalmış canavar olduğunu unuttuğumuz için bir de.

Beyni örümcek bağlamış zavallılar 2-3 aykırı laf ettiğinde onları aydın zannedip el üstünde taşıdığımız için de büyük bir özür dilemem gerek.

Vatanın Bölünmez Bütünlüğü ne hak ve özgürlük safsataları altında dil uzatanları fark edemediğimiz için de özür dilemem lazım senden.

Yine de bunun için çok kızma bize. Dedelerimiz siperlerde omuz omuza durmuş olabilir ama devir değişti artık. Bir yandan globalleşiyoruz.

Ata m sen şimdi globalleşmeyi de bilmezsin, dünyayı büyük bir köy haline getirmeye çalışıyoruz. Bir de köy ağası benzeri ağa koyacağız başına, tüm insanları nakde çevirecek. Ağaya yakın olanların karnı en çok doyacak, diğerleri bulduğu ile yetinecek. Öyle olmalı çünkü ağa bu, her şeyin en doğrusunu bilir. Zaten yanlış yapmayanları yakınına alacak ve koruyacak, uzakta kalanlar düzeni bozmak isteyen, insanların mutluluğu için tehlike oluşturanlar. Bu yüzden de hak ediyorlar uzakta kalmayı. Ne diyordum...

Ha, globalleşiyoruz Ata m, ama globalleşmeden önce çürük parçaları ayıklamak lazım ki bütüne zarar vermesin. Bu yüzden de BİR ve BÜTÜN olan biz bile Kürt-Çerkez-Alevi-Sünni vs diye parçalara bölünmeliyiz önce, malum küçük parçaları ayıklamak daha kolay. Sonra globalleşiriz. Vatanın Bölünmez Bütünlüğü ne dil uzatanları fark edemeyişimize çok kızma bu yüzden.

Hayatta en hakiki mürşit ilimdir düsturundan da uzaklaştık. Kız çocuklarını okutalım diye çabalarken kafasına bir parça bez bağlayanları okullardan attık. Ben tanıdım bunların bir kaçını Atam. İçlerinde gerçekten dayak atılası zavallı beyinler olduğu gibi bir çoğunun hiç de memleketi parçalamak gibi bir niyetleri yoktu, en az benim kadar seviyorlardı ülkelerini. İnsanları kafalarının içine göre değil, dışına göre sınıflandırdığımız için özür dilerim.

İyi de bir haberim var sana, bir sürü üniversitemiz var şimdi. Gerçi bu üniversitelere gelenler dört işlem dışındaki işlemlerde zorlanıyorlar biraz, düşünmeyi değil, ezberlemeyi öğrendiklerinden. Yeni nesilleri düşünemez yaptığımız için özür dilerim.

"Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller buyruğundan kurtarmalıdır" demiştin değil mi? O zaman bir özür daha dilemem lazım senden.
oha falan olduğumuz stop olduğumuz trende uyduğumuz için... Çoğunluk yanlış yere bakıyoruz Ata m... Düşünmemiz gereken onca şey varken kim kimi nerde öpmüş, kim kimin yeni sevgilisi, falanca kiminle basılmış, Saddam don-paça nasıl çamaşır yıkamış haberleri var saygın(!) kanalların ana haber bültenlerinde.

Öyle sinirleniyorum ki bunları gördükçe... Ama sadece kendimi kurtarabileceğimi anladım Ata m. Atatürk olsaydım diğerlerini de kurtarabilirdim belki ama benim gücüm sadece kendime yetiyor. Bunun için de özür dilerim senden. Özür dilerim Ata m, yüzümüzü ilme ve ışığa dönmemiz gerekirdi. Oysa biz batıya döndük. Bir zamanlar önümüzde eğilenlerin önünde eğiliyoruz şimdi. Emanetine sahip çıkamadık, hepimizin adına hepinizden özür dilerim Ata m...
_________________

ATATÜRK'ÜN SUÇU

Bu ülkede yasayan her insanin bağımsızlığını ve demokrasisini
>borçlu olduğu insan:
ATATÜRK...
>Gençliğinde kot pantolon giyememiş.
>Sevgilisinin elinden tutup
>hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş...
>Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak şirketinin,
>first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş...
>Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej esliğinde
>Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu...
>Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan
>ayağında spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...
>Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren
>mini etekli
>ponpon kızlar da yokmuş...
>Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize döktükten sonra
>timsah yürüyüşü de yapmamışlar...
>Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not alacağı bir cep
>bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde bulunacakları da
>cep telefonundan öğrenememiş!
>Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks çekemeden,
>İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden gitti ..
>Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra arabaya atlayıp
>sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur atamadı.
>Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.
>Atatürk'e acıyorum...
>Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir dönemde dünyaya gel,
>sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini getir. Aaaah ah...
>Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak,
>babasının mersedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...
>Bunları yapmadı Atatürk...
>Keyif çatmadı...
>Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...
>ISTE ONUN IÇIN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK HER FIRSAT ELINDE VARDI. O ISE >SADECE
>BU MILLETIN BAGIMSIZLIGINI ISTEDI. >
>BÜTÜN SUÇU >
>2 KADEH RAKI IÇMEKTI
>O KADAR

ATATÜRK'ÜN KEHANETLERİ

ATATÜRK'ÜN GİZEMİ
1936 yılının Ekim Ayı'nda o zamanki İngiltere Kralı 8. Edward ile Madam Simpson, Türkiye'de Atatürk'ün misafiri olarak bulunuyorlardı. Atatürk ve misafirleri bulundukları gemiden, Moda'daki deniz yarışlarınıseyrediyorlardı. Atatürk çok keyifli ve neşeliydi. İngiltere Kralı 8. Edward ile Madam Simpson yanyana oturuyorlardı. Bir ara Madam Simpson elindeki dürbünü ile ayağa kalktı. Davetliler ve gazeteciler de kalktılar. Kral da Ata'yı selamlayarak Madam Simpson'un arkasından kalkınca, Atatürk yanlarındakilere döner ve şöyle der: “Kral'ın Madam'a karşı zaafı olduğunu görüyorum. Korkarım ki, tahtını bu kadın yüzünden kaybedecek.” İngiltere tahtına çıkmışolan 8. Edward bir süre sonra Madam Simpson ile evlenmek isteyince, saray çevresindekiler ve hükümetin ileri gelenleri bu evlenmeye karşı geldiler ve engel oldular. Çünkü Madam Simpson asil tabir edilen bir aileden gelmiyordu. O halktan biriydi. Bunun üzerine 8. Edward İngiltere tahtından feragat ederek, Bayan Simpson ile evlenmişti. Bu olay Yirminci yüzyılın en büyük aşkı olarak kitaplara ve filmlere konu olmuştur.

ANNESİNİN ÖLÜMÜNÜ BİLMESİ
Latife hanım İzmir'de Uşşakizadeler'in köşkünde kalıyordu. Hastalığına iyi gelsin diye Zübeyde hanım İstanbul'dan oraya gitmişti. Ancak ne var ki, rahatsızlığı artan Zübeyde hanım Uşşakizadeler'in evinde oğluna hasret vefat eder. Latife hanım ve Yaveri Salih Bey; Paşa'ya annesinin ölümünü nasıl bildireceklerini kara kara düşünmekteydiler. Çünkü O'nun dünyada en sevdiği insan olan annesinin ölümünden büyük bir üzüntü duyacağını bilmekteydiler... Annesinin ölümünden habersiz olan Mustafa Kemal, aynı saatlerde trenle çıktığı Yurt gezisinde uyumaktaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gördüğü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanır... Bir sigara yakar ve zile basarak kompartımanındaki hizmetine bakan Ali Çavuş'u çağırıp:
“Gördüğüm rüya canımı sıktı...” der. Ali Çavuş:
“Hayırdır Paşam” deyince Atatürk de rüyasını anlatır:
“Pek hayır olacağa benzemiyor... Kırlık bir y er dey misiz. Her taraf yeşillik. Birden bire bir sel geliyor, annemi alıp götürüyor. Endişe ediyorum. Yaverlere söyle, İzmir'e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar...” ...

Ve acı haber, kısa bir süre sonra Yaver Salih'in yolladığı şifreli telgraf ile gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu derhal anlayarak:
“Annem öldü değil mi?”
Ali Çavuş üzgün bir şekilde telgrafı uzatır:
“Başınız sağ olsun Paşam.”
Gözleri yaşla dolan Atatürk:
“Bana malum oldu... Bana malum oldu... Bunun kabusunu gördüm ben... Anam... Zavallı çilekeş anam... Benim anam öldü başka analar sağ olsun...”
diyerek koltuğuna çöker. Ne yazık ki annesinin cenaze törenine katılamaz ve Yurt gezisini kesmeden, içi kan ağlayarak vatan hizmeti için yoluna devam eder...

BAŞKENT ANKARA
Atatürk'ün Ankara'yı Başkent yapmasının ardındaki sebep bir hayli ilginçti. Bu sebebi açıklarken aynı zamanda yeni bir kehanette daha bulunuyordu.
“Ben Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara'yı istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar yeşil ağaçların çevirdiği villalar arasından uzanan yeşil sahalar, asfaltlar ve binalarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz, yakında olacak...”
Ankara 13 Ekim de Başkent oldu... Fakat Cumhuriyet'in ilk yılları da neredeyse boş denecek kadar az bir nüfusa sahipti ve kırsal bir alanda kuruluydu. Bunun için bazı Batılı devletler büyükelçi göndermeyeceklerini açıklamalarına rağmen, Atatürk ve Türk Hükümeti kararlarından hiç bir zaman vazgeçmediler. Ancak Atatürk bu konuda da haklı çıkacaktı... Atatürk'ün bu sözlerinin de çok kısa bir süre sonra gerçekleştiğini, Batılı devletler büyük bir şaşkınlıkla izlemişlerdir. Bu arada Ankara'nın Başkent olacağı ile ilgili kehanette bulunan bir başka kişi daha vardı...
Bu kehanet; Tarikatı Aliye Sufi şeyhlerinden Müştak Dede'nin 1848 yılında basılan “Divan”ında yer alan bir şiirde ortaya çıkıyordu. Bu şiirde Ankara'nın Başkent olacağına dair bir kehanette bulunulmuştur. Müştak Dede'nin Sufi anlayışına uygun olarak kehanetini şifreli bir şekilde yazdığı şiirinin l, 3, 5, ve 7 nci mısralarında sırasıyla Arapça Elif, Nün, Kaf, Re ve He harfleri vurgulanmaktadır. Bu harfler A, N, K, R, H yi yani Ankara'yı belirler. İkinci mısrada belirtilen bu yerin Ankara olacağı, yedinci mısrada da bunun hay-u hu ile yani Kurtuluş Savaşı kastedilerek, gürültü-patırtıyla gerçekleşeceği ima edilmektedir.

Üstelik Ebcet hesabıyla birinci mısranın açılımı yapıldığında, hicri tarih ortaya; çıkmaktadır. Ayrıca Başkent olacak yerin Ankara olduğu dokuzuncu mısrada geçen Sultan Hacı Bayram'a ilişkin ifadeyle; de açıklanmaktadır. Çünkü Hacı Bayram Veli'nin türbesi Ankara'da yer alır.

BİR BEDEVİNİN KEHANETİ
İtalyanlar uzun süredir elde etmek istedikleri Trablusgarp'a (Bugünkü Libya) 1911 yılında saldırmışlardı. Osmanlı Ordusu Anavatanı'ndan uzakta çarpışıyordu. Bu sıralarda bir grup subay da savaşa katılmak için Bingazi şehrine gidiyordu. Bunların arasında Mustafa Kemal de bulunuyordu. Yolda bir bedeviye rastladılar. Bu adam el falından çok iyi anladığını söyleyerek genç subayların fallarına bakmayı teklif etti. Hepsi avuçlarını gösterdiler. Talihlerini öğrenmek istediler. Sıra Mustafa Kemal'e gelmişti. Önce elini uzatmak istemedi. Arkadaşlarının ısrarıüzerine O da elini bedeviye uzattı. Sarışın subayın elini sert avuçlarına alan bedevi, bu elin çizgilerine bakar bakmaz, yerinden ayağa fırladıve büyük bir heyecanla haykırmaya başladı: “Sen padişah olacaksın... Padişah olacak ve 15 yıl hüküm süreceksin...”
Gülüştüler ve yollarına devam ettiler... Yıl: 1911'di...

Aradan yıllar geçti. 12 yıl sonra Atatürk, genç Türkiye Devleti'nin Cumhurbaşkanı oldu. Cumhuriyetin 14. yılının sonlarına yaklaşıldığında hastalığı iyice ilerlemişti. Karaciğerinin şiştiğini görenler:
“İçme paşam” dedikleri zaman, O, Bingazi yollarındaki el falına bakan bedeviyi hatırlatarak güldü:
“Arap vaktiyle söylemişti... Bizim padişahlık nasıl olsa 15 yıl sürecektir. Hesapça bu son senemizdir.” Yıl: 1938'di...

Daha sonra yanında bulunan Fuat Bulca'ya eğilip fısıldar:
“Bingazi'deki falcıyı hatırladın mı. Bana 15 yıl hükümdarlık yapacaksın demişti... İşte 15 yıl Fuat... Vadem doldu...”

Atatürk'ün sağlık durumunun endişe verici boyutlarda olduğunu bilen Fuat Bulca yutkunup, endişeyle O'nun yüzüne bakar:
“Siz hani falcılara inanmazdınız Paşam?”der.
Atatürk bunun üzerine Fuat Bulca'nın koluna dokunup, aynı odada bulunan Hasan Rıza ve Cevad Abbas'ı göstererek; yavaş bir ses tonuyla şunları söyler:
“Bu sırrı sakın onlarla paylaşma... Aramızda kalsın...”

CASUSU TANIMASI
16 Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesi üzerine, Kemalettin Sami Paşa Anadolu'ya geçerken gemide bir Hintli ile tanışır. Bu adam Mustafa Sagir'dir. Milli harekete yardım için Hint Müslümanları'nın kendisini gönderdiklerini söyler. Böylelikle paşayı etkilemiştir. Ankara'ya telgraf çeken Sami Paşa, Mustafa Sagir'e ilgi gösterilmesini ister. Bir süre sonra Sami Paşa Atatürk'te Hintliyi anlatır ve görüşmesini rica eder. Ertesi gün Atatürk, Mustafa Sagir'i kabul eder. Bu görüşme uzun sürer. Hintli gönderilir. İki paşa yalnız kalınca Atatürk:
“Bana bak Kemal bu adam casus!...” der. Kemalettin Sami Paşa:
“Aman paşam siz de çok şüphecisiniz “diyerek Atatürk'e inanmaz. Atatürk konuşmayı keserek yaveri Hayati Bey'i çağırır ve şu emri verir:
“Bu Hintli İngiliz casusu olacak. Kendisini takip etsinler. Mektuplarını da sansürde çok dikkatli okusunlar!...”
Bundan sonra Hintli'nin mektupları o zamanlar kimya hocası olan Avni Refik Bey'e verilir. Bir iki tecrübeden sonra gizli yazılar bulunur. Mustafa Sagir yakalanarak suçu itiraf ettirilir ve idam edilir.

CELAL BAYAR KEHANETİ
Cumhurbaşkanlığı yaptığı süre içinde krallardan, devlet adamlarına kadar birçok kişi ile görüşen Atatürk, gelecek yıllarda politikada üst düzeylere kadar çıkacak olan kişiler için de zaman zaman bazı kehanetlerde bulunmuştur... Atatürk Celal Bayar'ın bir gün ülke yönetimine geleceğini de çok önceden söylemişti... Atatürk, yanında Bakanlarla birlikte trenle bir yurt gezisine çıkmıştı. O yıllarda Türkiye ekonomisini kurtarmak için çalışmalar yapan Celal Bayar da geziye katılanlar arasında yeralıyordu. Tren bir mola sırasında durmuştu. Atatürk'ün gözleri bir ara Celal Bayar'ın üzerinde durdu... O sıra bir düşünce alemine daldığı belli oluyordu... Sonra birden yanındakilere dönerek şöyle konuştu:
“Şayet bu memlekette bir gün kansız ihtilal olacaksa ve bu ihtilale biri liderlik edecekse, o adam Celal Bayar olacaktır.” Sonra başka bir konuya geçen Atatürk'ün bu sözlerini dinleyenler hiç bir şey anlamamışlardı... Olay unutulup gitti... Aradan uzun yıllar geçti... Ve aradan geçen yıllar Atatürk'ü bir kez daha haklı çıkardı. Tutucu ve bağnazların desteklediği Demokrat Parti 1950'de iktidara geldi. Adnan Menderes Başbakan olurken, Demokrat Parti'nin liderliğini yapan Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu...

CEPHEYİ GÖRÜYORDU
Sakarya Savaşı'ndan sonra idi. Bir subay cepheden alınan bilgileri Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal'e okuyordu. Kağıttaki notta cephe komutanlarından biri, Seyit Gazi'nin kuzeydoğu tarafında bir düşman fırkasının göründüğünden bahsediyordu... Bunun üzerine Mustafa Kemal kaşlarını çatarak:
“Hayır!... Orada düşman yoktur... İyi baksınlar...” Subay öğle yemeğinde geri geldi. Biraz da sıkılarak:
“Haber aldım komutanım. Bahsedilen yerde düşman yoktur.”

ÇANAKKALE'DE KAYBOLAN TABUR

Yer: Yine Çanakkale... Çanakkale Savaşı insanlık tarihinin kaydettiği en büyük savaşlardan biridir. 8,5 ay boyunca Boğazın iki yakası adeta bir yeryüzü cehennemine dönüşmüştü. Bu savaşta yarım milyondan fazla asker hayatını kaybetti. Sadece İngiliz ordusunun kaybı 34.000 askerdi. Bu gün bunların 27.000'inin mezarı vardır. Yani kaybolan İngiliz askerlerinin sayısı 7000 civarındadır. Fakat savaş bittikten sonra hepsi değil, özellikle 267'si arandı durdu...

Tarih: 10 Ağustos 1915
Yer: Çanakkale
Olaya Şahit Olanlar: Yeni Zelandalı Askerler
Olayı Rapor Edenler: istihkam Eri Künye No: 4/165 F. Reichard, istihkam Eri Künye No: l 3/416 R. Nevnes ve Künye Numarası verilmeyen istihkam Eri J.L. Newman
Olayın Alındığı Yer: “Râtselhafte Phanomene” Dergisi Sayı: 64

İngilizler askeri tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birine adım adım yaklaşıyorlardı... İngiliz komutanıSir Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanmanın tek şansını, taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştür. Kraliyet Norfolk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915'de İngiltere'de gemilere bindirildiler. Ve Çanakkale'ye doğru yola çıktılar. Savaşta her şey olabilirdi ama Norfolklular, Çanakkale'de başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi... Sir Hamilton, Tekke ve Kavaktepeleri'ne bir gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı. Bu is için 12 Ağustos gecesi 54. Tümen ilerlemeye başladı. İçlerinde Norfolklular'ın Tugayı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar gelecekler ve şafak sökerken saldırmak üzere hazırlanacaklardı. Fakat, gece yürüyüşünün yapılacağı Küçük Anafartalar Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden Norfolklular'ın bir Tümeni önden giderek yolu açmak amacıyla, l 2 Ağustos öğleden sonra harekete geçti. Bu öncü Tümen'in ilerleyişi, tam bir bozgunla sonuçlandı. Gelibolu Savaşı'nda İngilizlerin gösterdiği şaşkınlık ve beceriksizliğin tipik bir örneğini verdiler. Öğleden sonra, saat 4'de topçu desteği başlayacaktı, ama 45 dakikalık bir gecikme oldu. Haberleşme hatasıyüzünden gecikmeyi öğrenemeyen topçu desteği gereksiz yere, saatinden önce ateşe başladı ve boşuna ateş gücünü harcadı. Savaş alanı hiç incelenmemişti, İngiliz komutanlarının, arazi hakkında bilgileri yoktu. Hedefleri hakkında tam bir karara varamamışlardı. Haritaların çoğu son anda çalakalem çizilmişti ve yarımadanın diğer tarafını gösteriyordu. Ayrıca Türk kuvvetlerinin gücünden de habersizdiler. 163. Tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. 4. Norfolk Taburu onların gerisindeydi. Türkler'in direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngiliz Tümeni'nin büyük bir kısmı yoğun makinalı tüfek atışı altında kaldığı için, olduğu yerde çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfolk Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti. Esrarengiz Bulutun İçine Doğru... İşte, tam bu sırada, 22 kişilik Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri önünde, Norfolk Alayı'nın 4. Taburu'na bağlı askerler, karşılarındaki tepeye doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri, ekmek somunu şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı, İngiliz askerleri, yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde gözden kayboldular. Bulut yüzünden askerler görülmüyordu. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalanmaya başladı ve rüzgarın aksi yönüne doğru hareket etti. Bulutun hareket etmesiyle birlikte tepenin üstü de, görüş alanına açılmıştı. Ama 4. Norfolk Taburu'ndan hiç bir asker tepede görünmüyordu!... Komutan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener'e gönderdiği telgrafta, olaya şöyle anlattı: “Savaş sırasında, 163. Tümen her bakımdan üstün olduğu bir anda, çok. garip bir şey meydana geldi... Türkler'in zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı, Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi ve savaşın en önemli kısmı böyle başladı. Mücadele iyice kızışmış ve iyice karışmıştı. Albay, 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış, hızla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan hiç bir haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadı, içlerinden hiç biri geri dönmedi.”

267 kişi hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmişti... Savaş sonunda bu Tabur kayıp ilan edildi. 1918 yılında Anadolu işgal edildiğinde, İngiltere'nin ilk talebi, bu Tabur'un iadesi olmuştu. Buna karşılık Türkler böyle bir Tabur'un varlığından haberdar olmadıklarınıbildirmişlerdi. Bu Olayın Sonunda Yenilgi Kaçınılmaz Oldu O gün, öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla sonuçlanması, Sir Hamilton'ın savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece, 1915 yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye uğradılar. Gelibolu Savaşı, 8,5 ay sürdü ve 46.000 askerin ölümüyle sonuçlandı. O zamanın savaşları için, bu korkunç bir rakamdı... 50 yıl sonra... Çanakkale Savaşı'nın bitmesinden 50 yıl sonra, olayın görgü tanıklarından üç Yeni Zelandalı asker ortaya çıktılar ve çok önemli bir açıklama yapmak istediklerini bildirdiler:

“Aşağıda anlatılanlar, 12 Ağustos 1915 tarihinde meydana gelmiş garip bir olayın dökümüdür...” sözleriyle başlayan bir rapor sundular. Raporda bu garip olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla anlatılmıştı. Raporlarını:
“...Olayın 50. yılında, geç de olsa, aşağıda imzası olan bizler, anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz” sözleriyle bitiriyorlardı...

Olaya Dünya Basını'nda Geniş Bir Şekilde Yer Verildi Bu savaşta hayatta kalanlar, yaşadıklarını hiç bir zaman unutmadılar. Hatıralarını gelecek kuşaklara anlattılar. Savaşın tarihi yazıldı. Ölenlerin, yaralıların, kaybolanların sayısı tespit edildi. Şimdi o yılları yaşayan çok az sayıda insan kaldı... O yıllarla ilgili unutulmayan pek çok şey oldu... Fakat tek bir şey, özellikle unutulmadı. O da, Norfolk alayının garip bir şekilde kaybolan askerleriydi...

ÇİZDİĞİ TÜRKİYE HARİTASI
1907 yılında Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını konuştuğu bir toplantıda kendisinin çizmiş olduğu ilginç bir harita çıkartır. Orada bulunanların anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı İmparatorluğu'nun o zamanki sınırları ile hiç bir ilgisi yoktu. O zaman hiç bir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki Türkiye Cumhuriyeti'nin Haritası idi. Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan sadece küçük bir fark vardı:
Atatürk'ün bizden ayrılmasını istemediği ve bir türlü razı olmadığı Kerkük'ü de Türkiye topraklarına katmıştı. Daha sonraları Kurtuluş Savaşı kazanılınca, İsviçre'de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye Kerkük'ten çıkan petrol hakkını satmak zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal geleceği bilme gücüne sahip olmasaydı bu haritayı çizebilmesi mümkün değildi. Haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz daha II. Abdülhamit Osmanlı İmparatorluğu'nun padişahıydı. Gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya geçmek için uygun zamanı beklemekteydiler. 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp'a saldırırlar. Osmanlı devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da İtalyanlar on iki adayı işgal ederler. Arkasından Balkan Savaşı kopar. Osmanlılar'ın eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçerler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlar ile antlaşma yapar. Ve Trablusgarp'ı bırakmak zorunda kalır. Bu sırada Balkan Devletler'i Edirne'yi alır. Daha sonraları birbirlerine düşen Balkan Devletleri'nin bu durumundan faydalanın Osmanlı Devleti Edirne'yi geri alır. 1913 yılında imzalanan “Bükreş Antlaşması” ile Osmanlı Devleti Trakya ya kadar geri çekilir... Atatürk'ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylelikle gerçekleşmiş olur...

Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sonunda birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu da işgal edilince, düşman esareti altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce Türkiye'nin bu günkü Doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin bu günkü sınırının çizilişi izler. En sonunda düşmanın İzmir'den denize dökülmesiyle birlikte; Türkiye Cumhuriyeti'nin, 1907'de Mustafa Kemal tarafından çizilen harita ortaya çıkar. Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görüyoruz ki, Mustafa Kemal çıkacak savaşları sonuçlarıyla birlikte bilmekteydi. Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita bunun en büyük kanıtıdır.

EFSUNLU KEMAL

Mustafa Kemal yönettiği savaşlarda cephenin ateş altında sık sık dururdu. Siperleri dolaşarak hatta bazen öne çıkarak askerlerin moralini yükseltmeye çalışır, tüm gelişmeleri yakından takip ederdi. Atatürk'ü karalayan bir yazar olarak bir hayli eleştirilen ve bir zamanlar kitabı Türkiye'de yasaklanan H.C. Armstrong bile “Bozkurt” adlı kitabında Mustafa Kemal'in mucizevi bir şekilde vurulamadığından bahseder:

Bir keresinde yeni kazılmış bir siperin dışında duruyordu. Avcılarımızın yoğun ateşi altındaydı. Bir İngiliz Bataryası da o sipere ateş açtı. Toplar menzili ve hedefi buldukça şarapneller gitgide daha yakınlarına düşmeye başladı. Vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar. Dürbünle görüyorduk. Fakat o sigara yakıp gayet sakin bir şekilde sigara içmeye başladı. Ne yakınında patlayan şarapneller, ne de yoğun avcı ateşi Mustafa Kemal'e bir şey olmuyordu. Çünkü O'nu vuramıyorduk. O, zaman zaman eline bir tüfek alıp yoğun ateş altında, siperden dışarı çıkıyor, Avustralya siperlerine dikkatli, telaşsız ve isabetli atışlar yapıyordu. Bu kısa menzilde bile avcılarımız onu vurmayı başaramıyorlardı. Vurulmuyordu... Onu vuramıyorduk... Bu inanılmaz gerçeği büyük bir şaşkınlıkla kaleme alan Armstrong, sonra şöyle devam ediyor:

Sonra duyduk ki, Mehmetçik adı verilen Türk Neferleri bu inanılmaz olayı gördükten sonra Mustafa Kemal'e bir isim takmışlar: “Efsunlu Kemal...” Bu isim askerlerimizin moralini bozmuştu. Gelip soruyorlardı:

“Karşıdaki Türk Birliği'nin komutanı kim? O mu?”
"Hayır... Hayır...” diyorduk,
“O değil, O burada değil, sakin olun...”

GÖRDÜĞÜ SON RÜYA
26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof. Afet İnan, olayı şöyle anlatıyor:

"O geceyi rahatsız geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında:
'Demek ölüm böyle olacak' diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı.
'Salih'e söyle, ikimizde kuyuya düştük, fakat o kurtuldu' dedi.
' Atatürk'ün, burada “kuyuya düşme” sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi ölümünün habercisiydi. Salih Bozok'un kuyudan kurtulması ise, Atatürk'ün vefat etti gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un intihar etmesi ve sonunda kurtarılmasını simgeliyordu...

HAYATINI KURTARAN SAAT
Çanakkale Savaşları sırasında düşman ordularının hücumlarına karşı Conkbayırıve Kocatepe'de yaptığı savunmalarla düşmanı durduran ve sonra onları mağlup etmeye başlayan Mustafa Kemal İstanbul'un düşmesini engellemiş oluyordu...

Savaşın en kızgın olduğu günlerden birinde Mustafa Kemal yanında bulunan Yaveri ve yakın arkadaşı Nuri Conker'e emirlerini verirken, bu sırada patlayan bir mermi parçası onun kalbinin üzerine isabet eder... Nuri Conker:
“Eyvah vuruldunuz Paşam!...” diye bağırınca, Mustafa Kemal hemen:
“Öyle bir şey yok, aldığınız emri derhal yerine getiriniz” der. Aslında Nuri Conker'in gördüğü doğruydu. Bir mermi parçası O'nun tam kalbinin üzerine çarpmış fakat büyük bir mucize eseri cebindeki saate rastlamıştı. Birkaç santim sola ya da sağa isabet etse Mustafa Kemal'in kurtulabilmesi mümkün olamayacaktı. Fakat saat parçalanmış, Mustafa Kemal'in hayatı ise kurtulmuştu...

İZNİK'İN BATI KAPISI

Atatürk, 15 Temmuz 1936'da Yalova'dan Bursa'ya geçerken İznik'e uğramıştı. Yanında Celal Bayar, Afet hanım ve daha bazı arkadaşları vardı. Afet hanını İznik'i gezmek için Atatürk'ten izin alır. Atatürk:
“Hay, hay... Gidebilirsiniz fakat asıl İznik'i göremeyeceksiniz. Çünkü o toprağın altındadır” der. Atatürk etrafındakilere sorar:
“İznik kaç kapılıdır?” Bir İznikli yanıt verir:
“Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı, kuzeyindeki Yenişehir kapısı, güneyindeki İstanbul kapısı...” Atatürk'ün
“Peki Batı kapısı nerede?” diye sorması üzerine İznikli öyle bir kapının olmadığını ve böyle bir kapıyı bilmediklerini söyler. Atatürk bir müddet susar.. Ve o konuyla ilgili başka bir söz etmez.. Konu kapanır... Aradan seneler geçer... Biriken suları İznik Gölü'ne akıtmak için kanal açmaya uğraşan işçiler, suların kendiliğinden boşluk bularak akmaya başladığını görürler... Kazıya devam edilir... Sonunda toprağın altından tam teşkilatlı kurşun bir kapıyı ortaya çıkartırlar... İşte bu kapı Atatürk'ün aradığı ve bahsettiği kapıdır!...

MİHRACENİN HEDİYESİ
Bilindiği gibi Hint halkı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda, Atatürk'ü ve Türk halkını yalnız bırakmamış ve maddi manevi olarak, Türk halkının yanında yer almışlardı. Kurtuluş Savaşı'ndan yıllar sonra, 1929 yılında, Bir Hintli Mihrace, Atatürk'ü Pera Palas'taki 101 no'lu odasında ziyaret etmeye gelmişti... Mihrace'nin Atatürk'ü hangi amaçla ziyarete geldiği bilinmiyor...

Bilinmeyen bir başka nokta da, Mihrace'nin kim olduğudur. Bu güne kadar Mihrace'nin kimliği ile ziyaret sebebi anlaşılamamıştır. Mihrace'nin ziyaretinde anlaşılamayan ve işin içinden çıkılamayan, çok daha ilginç bir başka nokta daha vardır...

Mihrace'nin, Atatürk'e sunduğu hediyenin kendisinde de bir sır gizliydi... Bu hediye, altın sırmalı Hint işi bir ipek seccadeydi. Seccadenin üzerindeki desende, bir şamdanın asılı olduğu bir düz kemeri; her iki yanında birer güvercinin bulunan, beş kubbeli bir diğer kemerin çevrelediği görülüyordu. Bordur motifi, fillerden oluşuyordu. Desenin en ilginç unsuru ise, her iki kemerin arasındaki, dal kıvrımıve gül motifleriyle süslü boşlukta yer alan, romen rakamlı bir saat kadranıydı:
Bu saat, 09.08'i gösteriyordu... Esrarengiz Mihrece'nin ziyaretinden 9 yıl sonra, Atatürk, hepimizin bildiği gibi, seccadede işlenmiş olan motifte gösterilmiş olan çok yakın bir saatte: 09.05'de vefat etmişti... Seccade halen Perapalas'da bulunmaktadır...

NOSTRADAMUS BİLİYORDU
Almanya ile birlikte, Birinci Dünya Savaşı'na giren Osmanlı İmparatorluğu her şeyini kaybetmiş durumda idi. 30 Ekim 1918'de imzaladığı Mondros mütarekesi ile Türk toprakları işgale uğruyordu. Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybettiği gibi yavaş yavaş tarih sahnesinden de silinmeye başlamıştı... İstanbul'un işgal edildiği günlerde, İstanbul'a dönen Mustafa Kemal düşman zırhlılarını Dolmabahçe önünde gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve ağzından sadece şu sözler dökülebilmişti:
“Geldikleri gibi gidecekler...” Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Mudanya mütarekesi imzalandı. Bunu Lozan Antlaşması izledi. İstanbul'u işgal eden kuvvetler geldikleri gibi gittiler. İşin ilginç tarafı, 16. Yüzyılda Fransa'da yaşayan ünlü kahin Michel Nostradamus'un da bu konuyla ilgili bir kehanetinin bulunmasıdır!...
1555 yılında yayınlanan ve Nostradamus'un tarihi olaylar, savaşlar ve keşiflerle ilgili kehanetlerinin açıklandığı “Centurien” isimli kitapta Mustafa Kemal Atatürk'ten de bahsedilmiş ve yukarıdaki konuyla ilgili bir kehanete yer verilmiştir. İnanılmaz kehanet şu dörtlükten oluşmuştur:
Kongre başkanını tutan devlet adamları
İşgal kuvvetlerince sürülecek
Malta'ya Girilmiş İstanbul'a alınmış
Rodos Adası
Ama geldikleri gibi gidecekler sonunda

Bu dörtlükte Nostradamus, yüzyıllar öncesinden geleceği görerek, Türkiye'yi, Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal Atatürk'ü bilmiştir. Dörtlüğün sonunda geçen: “Ama geldikleri gibi gidecekler sonunda” sözüyle; Atatürk'ün: “Geldikleri gibi gideceklerdir” sözünün de bu kadar büyük bir benzerlik oluşturması da ayrıca üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir rastlantıdır.

4 Eylül 1919'da hatırlanacağı gibi Sivas Kongresi toplanmıştı. Kongre Başkanlığı'na, işgal kuvvetlerine ve İstanbul Hükümeti'ne karşı açıkça tavır alan Mustafa Kemal seçilmişti. Kurtuluş Savaşı'nı ve Atatürk'ü destekleyen İstanbul'daki mecliste olan milletvekilleri de işgal kuvvetlerince Malta Adası'na sürgüne gönderilmişti. Bu hatırlatmanın ışığında yukarıdaki dörtlük tekrar okunacak olursa, işin içinde bir şeyler olduğu daha iyi anlaşılacaktır...

NOT DEFTERİ

Erzurum Kongresi yapıldığı dönemlerde geçen bir konuşma:
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır paşam.”
“Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.”

Mazhar Müfit Kansu'nun aşağıya gidip elinde not defteriyle geldiğini görünce, sigarasından bir iki nefes çektikten sonra:
“Ama bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak.Bir ben, bir sen, bir de Süreyya (Kalem Mahsus Müdürü) bileceksiniz, şartım bu...”
Paşa'nın şartı kabul edildi. Bundan sonrasını olayın şahidi Mazhar Müfit Kansu'nun ağzından dinliyoruz:

“Öyleyse tarih koy” dedi. Koydum: 7-8 Temmuz, 1919 Sabaha karşı.
“Pekala yaz” diyerek devam etti.
“Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır... Bu bir. İki Padişah ve Haneden hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç örtünme kalkacaktır. Dört Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Bu anda kalem elimden düşüverdi. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu. Bu, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşurdum.
“Neden duraksadın?” dedi.
“Darılma ama paşam, sizin hayal peşinde koşan taraflarınız var” dedim. Güldü... “Bunu zaman gösterir, sen yaz” dedi.
“Beş Latin harflerini kabul etmek.”
“Paşam yeter, yeter...” dedim. Biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın davranışı ile: “Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter” dedim. Defterimi kapattım. “Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edeceksiniz, hoşça kalın” dedim. Yanından ayrıldım. Gerçekten gün ağarmıştı. O anda olayların beni nasıl aldattığını ve Mustafa Kemal'i doğruladığını ve Mustafa Kemal'in beni nasıl bir cümle ile yıllar sonra susturduğunu tarih önünde açıklamalıyım... Aradan yıllar geçmişti... Çankaya'da akşam yemeklerinde birkaç defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum'da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti” demekle kalmadı, bir gün önemli bir ders daha verdi. Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu'ndan dönüyordu. Ankara'ya geldiği zaman da otomobille eski meclis binası önünden geçiyordu. Ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım!... Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı'nın başında da bir şapka vardı. Kendisi ne ise? Fakat kendisim karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Azizim Mazhar bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?”

ORMAN ÇİFTLİĞİ

Atatürk bir gün Ankara'nın banliyölerinde araba ile dolaşırken, arabasını durdurur. Şimdiki Orman Çiftliği'nin bulunduğu bölgede bir çiftlik kurmak istediğini yanındakilere açıklar. Fakat itiraz ile karşılaşır...
“Paşam burada bir şey yetişmez. Burada su dolu bir testi toprağa gömülse aksamdan sabaha çıkmaz.” Yetkililer de bu bölgede hiç bir şeyin yetişemeyeceğini söylerler. Fakat Atatürk fikrinden vazgeçmez. Bu bölgede bir çiftlik kurulabileceğini ısrarla vurgular. Bunun üzerine Atatürk'e konuyu ispat etmek için su dolu bir testi toprağa gömülerek bir gün bırakılır. Ertesi gün testinin topraktan çıkarıldığında su dolu olduğu görülür... Şimdi o yerde “Atatürk Orman Çiftliği” bulunmaktadır...

RUSYA KEHANETİ

Kurtuluş Savaşı sırasında en büyük desteği Rusya'dan alan Mustafa Kemal, savaş sonrasında ise ilişkilerini belli bir düzeyde sürdürüyordu. Çünkü Lenin'den sonra iktidar ıele geçiren Stalin, Rusya'yı keyfi bir şekilde yönetiyordu...
Yıl: 1936... Atatürk her zamanki gibi Çankaya'daki akşam yemeklerinde ülkenin sorunlarını konuşurken, masadakiler sık sık Paşam, Ruslar şöyle ileri adımlar atıyor, ekonomide, sanayide, askeri alanda şöyle başarılıoluyorlar diye anlatıyorlardı. Atatürk bunun üzerine yemeği bırakıp masanın üzerindeki içinde meyvelerin bulunduğu tabağı alıyor ve yere alacakmış gibi yapıyor. Masadakilere:
“Eğer bunu yere bıraksam kaç parça olur?” diye soruyor.
“40 parça olurdu Paşam” diyorlar.
“Hayır...” diyor Atatürk, soruyu yine tekrar ediyor, aynı cevabı alıyor. Bunun üzerine: “Bilemediniz...” diyor. Ve devam ediyor:
“Biraz sabredin... Yurtta Sulh, Cihan'da sulha sarılın. Çünkü 60 yıl sonra Rusya 60 parça olacak. Bu nesil Bolşevik İhtilali yaptı. Kan kussa, kızılcık yedim der. Oğulları da babalarının istikametinde gider. Ama ondan sonraki nesil Rusya'yı 60 parçaya böler...”

Şimdi Atatürk'ün bu sözleri söylemiş olduğu 1936 yıllarını şöyle bir hatırlayalım... Henüz daha II. Dünya Savaşı çıkmamış ve Rusya büyük bir güç olmamışken, bu sözler söylenmiştir. Yani inanılacak gibi değil ama 1936'da 1990'ları anlatmıştır. Bunun tek bir izahı olabilir. Bu normal şartlarda açıklanabilecek bir mesele değildir. Eğer Atatürk'ün geleceği görebilen “Üstün Sezme Gücü” olmasaydı, böyle bir kehanetti bulunabilmesi mümkün olamazdı... Gerçekten de Rusya'daki parçalanma, Atatürk'ün söylemiş olduğu gibi üçüncü nesilde meydana gelmiştir. Atatürk 1936 yılında Rusya'nın parçalanacağını söylerken ayrıntılı açıklamalarda da bulunmuştur:
“Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün Rusya'nın elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni dengeye ulaşabilir, işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak... Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihîmiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz, bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.”

“Rusya bir gün dağılacaktır. O zaman Türkiye onlar için örnek bir ülke olacaktır” diyen Atatürk kehanetlerine şöyle devam eder:

“Türkiye 21. Yüzyılı şekillendiren Avrasya için bir kilit ülke konumundadır. Onlar bizi örnek alacaklardır. “

Atatürk'ün Türk Cumhuriyetleri için söylediği kehanetleri onaylayan Genel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir; 4 Mayıs 1998 tarihli Sabah Gazetesi'nde “ATATÜRK GERÇEĞİ 65 YIL ÖNCE GÖRDÜ” başlığı ile yayınlanan demecinde şunları söylemiştir: “Yeni Atlantik Girişimi toplantısında konuşan Orgeneral Bir, Türkiye'nin dış politika hedeflerini ve NATO genişlemesinin bölge dengeleri üzerindeki etkisini anlattı. Türkiye'nin artan önemine dikkat çeken Bir,
“Türkiye 21'inci yüzyılı şekillendiren Avrasya için bir kilit ülke konumundadır. İlginç olan, Mustafa Kemal Atatürk'ün bu gerçeği 65 yıl önce görmesidir' dedi. Orgeneral Çevik Bir, Atatürk'ün SSCB'nin günün birinde dağılacağına ilişkin sözlerini de hatırlatarak, Türkiye'nin diğer Avrasya ülkeleri için iyi bir model olduğunu kaydetti.”

RÜYASINDA GÖRDÜĞÜ ZAFER

Bu inanılmaz olay, yıllar önce Mustafa Kemal'in görmüş olduğu kehanet özelliği taşıyan bir “haberci rüya”nın ayniyle gerçekleşmesidir. Atatürk görmüş olduğu bu rüyayı Dr. Reşit Galip beye anlatır:
“Rüyamda bana 'Paşam, İnönü'den ne haber?' diye sordunuz. Ben de:
'Vaziyet kritiktir' cevabını verdim.
Kritik nedir? Anlamadım ki dediniz.
Bunun cevabını 15 dakikaya kadar size veririm diyerek odama çekildim.”

Mustafa Kemal bu rüyasını Dr. Reşit Galip Bey'e anlattığı zaman düşman henüz saldırılarına başlamadığı gibi, İnönü Mevkii de önem kazanmamıştı. Aradan çok uzun zaman geçti. Düşman ile yapılan ilk savaş olan Birinci İnönü Savaşı kazanılmıştı. Bunu İkinci İnönü Savaşı izledi... Henüz bu ikinci savaşın neticesinin alınmadığı tehlikeli günlerden biriydi... Mustafa Kemal'in arabası Millet Meclisi'nin önünde durduğunda; O'nun yanına telaş ve endişe içinde koşan Dr. Reşit Galip bey sorar:
“Paşam, İnönü'den ne haber?” “Vaziyet kritiktir.” “Kritik nedir? Anlamadım ki” Mustafa Kemal:
“Sana bunun cevabım 15 dakikaya kadar veririm” dedikten sonra, gülümser...
“Hani Ankara'ya geldikten sonra ben bir rüya görmüştüm. Hatırladınız mı?” Dr. Reşit Galip bey biraz düşündükten sonra rüyayı anlatır. Bunun üzerine Mustafa Kemal tekrar gülümseyerek:
“İşte, rüya aynen gerçekleşmektedir... Ben İsmet'i tanırım. Göreceksin 15 dakikaya kadar varmadan muzafferiyet haberini alacağız!...” Mustafa Kemal Millet Meclisi'ndeki odasına çekilir. Gerçekten de 15 dakika geçmeden. Garp Cephesi Komutanı İsmet imzalı bir telgraf gelmiş ve İkinci İnönü Savaşı'nın zaferle sonuçlandığı öğrenilmiştir...

SAĞ ELİM
Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da bulunan, Hz. Muhammed ahfadından Şeyh Ahmed Sünusi, bir gece rüyasında Hz. Muhammed'i görür. Derhal koşarak elini öpmek ister. Hz. Muhammed kendisine sol elini uzatınca buna şaşıran ve üzülen Şeyh: “Ya Resulallah, niçin bana sağ elinizi uzatmadınız?” diye sorar. Hz. Muhammed şu cevabı verir:
“Sağ elimi Ankara'da Mustafa Kemal'e uzattım...”

BOZOK'UN İNTİHARI

Yaverliğini yapan Salih Bozok O'nun uzun yıllar yanında kaldı. En büyük sırdaşlarından da biri oldu... Aradan geçen bu süre içinde çok şeyler paylaştılar... Hatta rüyalarını bile... Atatürk'ün Salih Bozok'a anlattığı bir rüya da, oldukça düşündürücüdür...
“Büyük bir otelin salonunda oturuyormuşuz. Yanımda sen de varmışsın. Salonun bir köşesinde bilardo masası varmış. Masanın başında, arkası bize dönük olan bir zat oturuyor. Tam bu sırada odanın kapısı açıldı ve iri yarı 30 kadar adam içeri girdiler. Bunlardan biri eline bilardo masasından bir iştaha alarak masanın önünde oturan benim teşhis edemediğim zatın omuzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başladı. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve 'bana niye vuruyorsun' diye hiddetle haykırmaktayken, Salih bana göz ucu ile ne yapmak lazım gibisinden baktın. Ben sana sakın kıpırdama manasına gelen bir işaretle sükunete davet ettim. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkar bir vaziyet aldı. Bu sefer Salih sen yine müdahale etmek istedin. Ben sana sus işareti verdikten sonra, o azılı adama dönerek 'Sen kimsin ne istiyorsun?' diye sordum. Fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkartarak iki kurşun sıktı. Biri bana, öteki de sana. Sonra adam bize 'Kalkın dans edelim' emrini verdi. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans ettik.” Bilindiği gibi Atatürk'ün ölümünden sonra Salih Bozok tabancasıyla intihar etmiş ancak kurtarılmıştır.

SUİKASTÇİYİ TANIMASI
İttihat ve Terakki'nin adamları, Mustafa Kemal'i artık can sıkıcılıktan çok, tehlikeli bir kimse olarak görmeye başlamışlardı. Sonunda kendisini öldürtmeye karar verdiler. Ve bu iş için de genç bir subayı görevlendirdiler. Suikastı üstlenen genç subay bir bahaneyle Mustafa Kemal'in odasına gelerek kendisiyle konuşmaya başladı. Mustafa Kemal kendisiyle konuşan subayın gözlerine bakar bakmaz o eşsiz ön sezişiyle karşısındakinin niyetini anlayıverdi...

Çekmecesinin gözünden tabancasını çıkartarak sert bir şekilde masanın üzerine koydu. Karşısındaki subayla konuşmasını sürdürdü. Ve kendisini bu düşüncesinden konuşarak vazgeçirdi. Sonunda genç subay gerçeği itiraf etti. Daha sonra da kendisine suikast düzenlenen Mustafa Kemal; yıllar sonra 1926 yılında bu konuyla ilgili İzmir'de kendisine sorulan bir soruya karşılık, şöyle diyordu: “Ben kendi kendimin koruyucusuyum...”

UÇAK KAZASI

Mustafa Kemal Atatürk, son Osmanlı Padîşahları'ndan olan Mehmet Reşat ile Almanya'ya gitmişti. Askeri üsler gezilirken, bir askeri üsse şereflerine uçaklarla gösteriler yapılacaktı. Birinci Dünya Savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri üsse gösteri yapacak olan uçaklardan birine de Atatürk'ün binmesi kararlaştırılmıştı. Planlanan törende zamanı gelince Atatürk, uçağa doğru ilerlemeye başladı...

Ancak bir anda geri dönerek uçağa binmekten vazgeçtiğini söyler. Bütün ısrarlara rağmen Atatürk fikrinden vazgeçmez. Onun yerine bir Alman subayı uçağa biner. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düşer. İçindeki Alman subayı ölür!... Atatürk uçağa niçin binmek istemediğini açıklanamamıştır. O sadece içindeki sese her zaman olduğu gibi kulak vermiş ve mutlak bir ölümden dönmüştür.

YAŞAMINDAKİ 9 RAKAMI

Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatında kehanetlerinin yanı sıra 9 rakamının kendisine özgü bir yeri olmuştur. Bu esrarengiz 9 rakamı onun doğumundan başlayıp ölümüne kadar geçen süre içinde kendisini hiç yalnız bırakmamıştır. Üstünde çok konuşulmuş olmasına rağmen bu konunun ardındaki gizem günümüzde hala çözülememiştir...

İşte Atatürk'ün yaşamındaki 9 rakamları...
  • 19. Yüzyıl'da doğmuştur.
  • Doğum tarihi olan 1881 yılı da 9 ve 9'un katlarıyla ilgili bir rakamdır:
  • 18' in içinde 2 adet 9'un toplamı, 81'in içinde ise 2 adet 9'un çarpımı vardır. Ayrıca 1+8+8+1=18 eder ki tekrar 1+8'i toplarsak yine 9rakamıyla karşılaşırız.
  • 1899 yılında Atatürk İstanbul'daki Harp Okulu'na girdi.
  • 29 Aralık 1903'de Kurmay Yüzbaşı oldu.
  • 19 Aralık l904'de Hürriyet perver fikirlerinden dolayı Yıldız'da sorguya çekildi.
  • 22.9.1909 tarihinde İttihat ve Terakki'nin yıllık toplantısına Trablusgarp delegesi olarak katıldı.
  • 9 Ocak 1912 tarihinde Trablusgarp'ta İtalyanlar'ı bozguna uğrattı.
  • 19 Mayıs 1915'de Albaylığa yükseldi.
  • 8-9 Ağustos 1915'de Anafartalar grubu komutanı oldu.
  • Emrindeki l9 Tümeniyle Çanakkale Savaşlarınagirdi.
  • 29 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Komutanı Limon Von Sanders'in yerine atandı. 9. Ordu Komutanı olarak Erzurum'a tayin edildi.
  • 19 Mayıs 1919'da Vatan'ı kurtarmak İçin Samsun'a çıktı. Yanında 18 kişi vardı. Kendisiyle beraber 19'u buluyorlardı...
  • 8'i 9'a bağlayan 1919 Temmuzu'nda askerlikten istifa etti.
  • 9 Temmuz l919 gecesi Erzurum Kongresi'ni açtı.
  • 19 Ekim 1919 Erzurum Milletvekilliğinin adaylığını kabul etti.
  • 19 Eylül 1921 'de TBMM kendisine Gazi unvanını verdi.
  • 9 Eylül 1922'de Başkomutan olarak yönettiği ordular ülkeyi düşmandan temizledi ve İzmir'i kurtardı.
  • 29 Ocak 1923 tarihinde İzmir'de Uşaklıgiller'in kızı Latife hanımla evlendi.
  • 9 Ağustos 1923'de Cumhuriyet Halk Fırkası'nı kurdu.
  • 9 Ekim 1923'de kendisinin önerisiyle Ankara Başkent oldu.
  • 29 Ekim l923'de Cumhuriyet ilan edildi.
  • 29 Ekim 1923 gecesi Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu. 9 Nisan 1928'de Laiklik ilkesini Anayasa'ya ilave etti.
  • 9 Ağustos 1928'de İstanbul Sarayburun'da Latin harflerinin kabulünü milletine müjdeledi.
  • 10 Kasım 1938'de Saat: 9'u 5 geçe Dolmabahçe Sarayı'nda bu dünyadan ayrıldı.
  • l9 Kasım 1938'de cenaze namazı Dolmabahçe Sarayı'nın tören salonunda kılındı.
  • Nüfus cüzdan numarası 993814B'dir.
  • Ortadaki 938 ölüm tarihini, geriye kalan baştaki 9 ve sondaki 14rakamı ise ölüm saatini (9 dakikalık farkla) vermesi bakımından oldukça düşündürücüdür.
  • Düşündürücü olan bir başka gelişme de bu kitabın basılması sırasında yaşanmıştır!... Kitabın Ankara'dan gelen ISBN numarası 9 rakamıyla başlamış ve 9 rakamıyla bitmiştir!...
  • Uzmanların Açıklamaları Ünlü psikolog C. G. Jung bu tür anlamlı tesadüflere hayatı boyunca ilgi duymuş ve sürekli olarak bu meseleyi araştırmıştır. Jung bu konuyla ilgili elde ettiği sonuçları şöyle özetler:

1- Anlamlı tesadüfler, nedensel bir açıklamadan yoksundur.

2- Anlamlı tesadüfler, arşetipik bir temele dayanır.

3- Anlamlı tesadüfler, şans eseri meydana gelmesi imkansız olan ve anlamlı bir şekilde bağlandırılabilen rastlantılardır.

4- Anlamlı tesadüfler, çoğunlukla yaşantımızın bazı önemli günlerinde ortaya çıkar.

YER: ÇANAKKALE

İngilizler Çanakkale'de Anafartalar grubunu mağlup edip de cepheyi sökemeyince yeni bir harekete giriştiler. Cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepe'yi tutmak lazımdı. Ancak oraya giden tek bir dar yol, harp gemileri tarafından makaslama ateş altında tutuluyordu. Her an 38'lik gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyordu. Bir insanın değil, kuşun bile geçmesine imkan yoktu... Kireç Tepe'yi tutmak emrini alan askerler, bulundukları yerden çıkmakta tereddüt içindeydiler. Fırsat gözlüyorlardı... Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Atatürk bu hali görünce siperlere koştu. Askerlerin arasına karıştı ve sordu:
- Niçin geçemiyorsunuz?”
İçlerinden biri cevap erdi.
- Düşman ölüm saçıyor, geçilemez.
Bunun üzerine Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden: ----

- Oradan böyle geçilir.., dedi ve ileri fırladı.
Askerler durur mu, onlar da Kumandanları'nın arkasından ileri atıldılar. Toz duman ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar ve tepeyi tuttular. Mustafa Kemal'in ve yanındaki askerlerin vurulmadan o dar geçitten nasıl geçtikleri hiç bir zaman anlaşılamamıştır.... Sevgili okuyucular bu sadece bir kahramanlık öyküsü değildir. Bu kahramanlığın ötesinde büyük bir mucizedir... Ve normal şartlarda açıklanması mümkün değildir...

YEŞİL ORDU

1920 yılı İlkbaharı'nın sonlarına doğru bir gün Mustafa Kemal, Tevfik Rüştü Âras'ı Ankara İstasyonunun bitişiğinde kaldığı bir eve çağırdı. Tevfik Rüştü Araş kendisine bir yaverinin haber verilmeksizin “Yeşil Ordu” teşkilatına alındığından şikayet etti. O sıralarda Büyük Millet Meclisi kurulalı 10 hafta olmuştu. Vatanın kurtarılması için başvurulan, türlü tedbirler arasında bir de “Yeşil Ordu” adı verilen gizli bir teşkilat vardı. Fakat Birinci Büyük Millet Meclisi tam anlamıyla ve bütün kuvvetiyle işlemeye başladığı için artık her türlü dağınık tedbirlerin kaldırılması ve her faaliyetin Büyük Millet Meclisi yetkileri içine alınması zamanı da artık gelmişti. Yeşil Ordu teşkilatına lüzum kalmamıştı. Atatürk o gece bazı arkadaşlarını davet ederek konuyla ilgili bir toplantı düzenlemişti...

Toplantıda Celal Bayar, Muhtar Bey, Yunus Nadi Bey, Kılıç Ali Bey ve Tevfik Rüştü Araş bulunuyordu. Atatürk ciddi işler konuştuğu zaman toplantılarda kahveden başka bir şey içmezdi. Alkol kesinlikle almazdı. O gece konuşmalar uzun sürmüştü. Toplantı bittiğinde gece yarısını iki saat geçmişti. Toplantıda memleketin çeşitli yerlerinden ve önemli kişilerden gelen raporlar okunmuş, kurtuluş etrafında değişik mevzular konuşulmuş, sert tartışmalardan sonra, üzerinde görüş birliğine varılan bazı kararlar alınarak sırasıyla yazılmaya başlanmıştı. Toplantı tamamen bitip de, o gece için son kahveler içilirken, Mustafa Kemal, Tevfik Rüştü Aras'a hitap ederek:

“Bu gün öğleden sonra bu konular etrafında bir arkadaşla görüşmüş, bazı notlar almıştım. Tevfik Rüştü, lütfen köşedeki saksının içinde duran o notları alıp okur musunuz?” Tevfik Rüştü Aras söz konusu notları okumaya başlayınca toplantıda bulunanların hepsi hayretler içinde kalmıştı...

Saatlerce üzerinde konuşularak, görüş birliğine varılan kararların hepsinin, tamamıyla aynı olmak üzere o not kağıdında yazılmış olduğunu gördüler