31 Mart 2009 Salı

SUNAY AKIN'DAN BİR KIZ KULESİ ÖYKÜSÜ


*SUNAY AKIN' DAN BiR KIZ KULESi OYKUSU*
1827 yılında Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan Karl, aile içinde başgösteren huzursuzluklardan dolayı bir Fransız yetimhanesine gönderilir. Daha sonra gemilerde miço olarak çalışır. Hamburg'tan kalkan bir gemiyle İstanbul'a giderken henüz 12 yaşındadır. Gemi İstanbul'a geldiğinde denize atlayan Karl, Kız Kulesi'ne yüzerek kaçar. Kendisini kurtaran Kız Kulesi'nin bekçisine gemiye geri dönmekistemediğini söyler.
İki ülke arasında küçük bir politik sorun yaşanır. Ama Osmanlı sadrazamı Ali Paşa sorunu çözer ve Karl'ı korumasına alır. Karl Mehmet Ali adını alır. Mehmet Ali, Kırım, Bosnave Karadağ savaşlarından sonra 2. Abdülhamit döneminde paşa unvanını alır.
Mehmet Ali Paşa, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biri olur. Almanca, Fransızca,Yunanca, Farsça ve Arapça dillerinde şiirler yazan Mehmet Ali Paşa'nın dört kızı olur. Paşa'nın Leyla adındaki kızının da bir kızı olur;
Celile.
Celile bir erkek çocuk doğurur: Şair Nâzım Hikmet!
Karl'dan Nazım'a uzanan hikâyenin gösterdiği gibi, Kız Kulesi'nin herzaman hikâyeleri vardır. Eğer Kız Kulesi Karl'ı kurtarmasaydı, Nazım olmayacaktı...
Sunay AKIN

30 Mart 2009 Pazartesi

AH ŞU KADINLAR

Kadınların gidip kendilerine koca seçebilecekleri bir erkek dükkanı (mağaza) açılmıştır.
Mağaza beş katlıdır ve her kat çıkıldıkça o katta bulunan erkeklerin nitelikleri de artmaktadır.
Mağazada bir tek kural geçerlidir:
Bir kata giren kadın oradan alış veriş yapmak zorundadır. Ve eğir bir kez üst kata çıkmak isterse bir daha alt kata inemeyecektir.
Bir gün bir grup kız arkadaş koca seçmek için mağazaya gelir. Ve bir kata girerler.
1. Katın kapısında şunlar yazılıdır:
Bu kattaki erkeklerin çalışacak işleri vardır ve çocukları da severler.
Kızlar yazıyı okur ve şöyle derler:
-Eh, hiç yoktan iyidir ama bir de üst kata bakalım.
2. katın kapısında şunlar yazılıdır:
Bu kattaki erkeklerin iyi bir işleri vardır, çocukları severler, üstelik son derece yakışıklıdırlar.
Kızlar:
- Hmm, fena değil, bir de üst kata bakalım.
3. katın kapısında şunlar yazılıdır:
Bu kattaki erkeklerin iyi bir işleri vardır, çocukları severler, üstelik son derece yakışıklıdırlar ve ev işlerine yardım ederler.
Kızlar:
- Aman Tanrım, çok etkileyici ama yukarı katlar da var.
Bu kattaki erkeklerin iyi bir işleri vardır, çocukları severler, üstelik son derece yakışıklı oldukları gibi ev işlerine de yardım ederler ve son derece romantikler.
Kızlar:
- Aman Tanrım, üst katta bizi neyin beklediğini düşünün bir!..
Bir kat daha çıkarlar.
5. Katın kapısında yazanlar:
Bu kat boştur ve sadece kadınları memnun etmenin mümkün olmadığını kanıtlamak için konmuştur. Çıkış soldadır. Umarım inerken merdivenlerden yuvarlanırsınız.

29 Mart 2009 Pazar

EŞEK YAZISI (BEKİR COŞKUN


Eşek, katır ve inek 4 yıl sonra aynı yerde buluşma sözü verip ikballerini aramak üzere yola çıktılar.

Dört yıl sonra buluştular.

İnekle katır perişandılar.

Bir birlerine "bu insanlar üzerimize yük doldurup, sopalarla döve döve canımı çıkardılar...Zincirlere vurdular, demirlere bağladılar... Üzerimize o bindi, o indi, öbürü bindi... Belim çöktü, kendimi zor kurtardım" diye yakındılar.

Uzaktan eşek göründü.

Çok mutluydu.

Semizdi. Gülüp oynuyordu. İnek ile katır şaşkın sordular:

- Nasıl oldu bu?...

Eşek anlattı:

- Bir memlekete gittim. Birisi bağırınca herkes onu alkışlıyordu... Ben daha yüksek sesle anırınca beni alkışladılar...Duyan yanıma koştu, duyan koştu... Onlar arkamda toplandıkça ben daha çok bağırdım...

- Sonra?..

- Sonra beni başkan seçtiler...

- Eşeği başkan mı seçtiler?...

- Evet... Ben anırdıkça onlar "memleket seninle gurur duyuyor" diye alkışladılar...

- Yedim, içtim, bağırdım...

- Pekiiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı?

- Yarısı anladı. Ama anlayan yarısı, anlamayanlara anlatıncaya kadar iş işten geçti....


Bekir COŞKUN (HER SEÇİM GÜNÜ AYNI YAZIYI YAZAR)

28.03.2009

28 Mart 2009 Cumartesi

"NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !
Osman Bey,
sabah saat 7.00'de

Casio masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı.
Puffy yorganını kaldırdı.
Hugo Boss pijamalarını çıkarıp
Adidas terliklerini giydi.
WC 'ye uğradıktan sonra banyoya geçti.
Clear şampuan ve Protex sabunuyla duşunu aldı.
Colgate ile dişlerini fırçaladı.
Rowenta ile saçlarını kuruttu.
Bill's gömleğini ve
Pierre Cardin takımını giydi.
Lipton çayını içti.
Sony televizyonda
medya özetlerini ve flash haberleri izledi.
Citizen kol saatine baktı.
Aile fertlerine 'çav' deyip
Hyundai otomobiline bindi.
Blaupunkt radyosunu açarak,
rock müziği buldu.
Ağzına bir Polo şeker attı.
Şehrin göbeğindeki
Mega Center 'daki ofisine varınca,
Fujitsu-Siemens bilgisayarını çalıştırdı.
Microsoft Excel'e girdi.
Ofisboy 'dan Nescafe 'sini istedi.
Saat 10.00'a doğru açlığını yatıştırmak için
Grissini yedi.
Öglen Wimpy's
Fast Food kafeteryaya gitti.
Ayaküstü,
Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi.
Camel sigarasını yakıp
Star gazetesini karıştırdı.
Akşamüzeri iş çıkışı
Image Bar' a uğrayıp
JB' sini yudumladı,
sonra köşedeki
Shopping Center 'a uğradı.
Eşinin sipariş ettiği
Persil Supra deterjan,
Ace çamaşır suyu,
Palmolive şampuan,
Gala tuvalet kağıdı,
Sprite gazoz ve
Johnson kolonyayı alarak kasaya yanaştı.
Bonus kartıyla ödemeyi yaptı.
Hafta sonu eşi Münevver'le
Galleria 'ya giden Osman Bey,
Showroom 'ları dolaşıp
Kinetix ayakkabı,
Lee Cooper blue jean satın aldı.
Akşam evde bir gazetenin verdiği
TV Guide 'a göz atan Osman Bey,
kanallar arasında zapping yaparak,
Paparazzi gibi programlar izledi.
Aynı anda Outdoor dergisini karıştırdı.
Saat 22.00'ye doğru
TRT'de Türk dili üzerine bir panel başladı.
Uykusu gelen Osman Bey,
televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken,
kendini mutlu hissetti.
'Ne mutlu Türk'üm diyene!' diye gerindi ve uyudu.
Hâlâ da uyuyor.

Ne zaman uyanacağı da belli değil.

MUHSİN YAZICIOĞLU



Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Elmalı Köyü'nde doğdu. Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi mezunuydu…

Üniversite yıllarından itibaren Ülkücü hareketin içindeydi. Ülkü Ocakları Başkan Yardımcılığı ve Genel Başkanlığı’na kadar yükseldi… Tarih 1978’i gösteriyordu…
12 Eylül 1980’de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılanacaktı… 7,5 yıl Mamak Cezaevi'nde kalan Yazıcıoğlu, bu davadan herhangi bir ceza almadan beraat etti ama işkence izleri ruhundan hiç silinmedi…
Yıllar sonra eşi Gülefer Yazıcıoğlu tesadüfen eline geçen notları okuduğunda gözyaşlarına hakim olamamış, okuduğu kağıdı yarıda bırakmıştı: :

"Çarmıha gerildiği, vücudunun her yerinden elektrik verildiği, tırnaklarının söküldüğü yazıyordu. Kâğıdı daha fazla okuyamadım..." diyordu Gülefer Hanım… (Aksiyon/2006)
Yazıcıoğlu cezaevinden çıktıktan sonra siyasete hiç ara vermedi. 1987'de Milliyetçi Çalışma Partisi'ne (MÇP) girdi ve sonraki süreçte 29 Ocak 1993'de, MÇP'den ayrılan bir grup arkadaşı ile beraber Büyük Birlik Partisi'ni (BBP) kurdu ve partinin Genel Başkanı oldu. Temmuz 2007'de yapılan genel seçimlerde Sivas'tan milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi.


Türkiye onu siyasi kimliğiyle tanıyordu. Ancak bundan çok kısa bir süre önce kızının ağzından onun çok iyi bir baba ve eş olduğunu öğreniyorduk… 19 yaşındaki Firuze “Onun sesi olmadan, fikirleri olmadan bir adım bile atmak istemiyorum. Çok teşekkür ediyorum. Babacığım hakkını
helal et her şey için. Sen bir tanesin!”
diye sesleniyordu babasına…


! Yazıcıoğlu içindeki ince ruhu yazdığı şiirlerle yansıtıyordu. Hapishane’deyken duygularını “Çok soğuk, üşüyorum” diye dökmüştü kağıtlara…
Eşine ise şu şiiri yazmıştı:

Ben sevda yolunda, aşkı ararken

Karanlık dünyama, bir ışık yaktın

Su damlası gibi gönlüme aktın

Bir anlık bakışınla kalbimi yaktın


Kırağı vurmuştu hüzün bahçelerime

Solan sevgilerime bin sevda kattın

Kara saçlarına kaderimi bağladım

Buğulu gözlerinde ben, mutluluktan ağladım.

Hrant Dink suikasti sanığı Yasin Hayal duruşmada ayağa kalkıp "Türk İslam dünyasının lideri Muhsin Yazıcıoğlu 'nu selamlıyorum. Ey Müslümanlar ! ey Alperenler ! Kalbinizi ferah tutun. BBP iktidara gelene kadar bu kervvan devam edecek." diye bağırınca Yazıcıoğlu’nun Hayal’in büyük abisi olduğu söylenmişti.

Ardından polis muhbiri 'büyük abi' Erhan Tuncel'in Yazıcıoğlu'yla aynı karede yer aldığı fotoğrafının yayınlanması ve BBP Trabzon İl Başkanı'nın Yasin Hayal'in ailesine 1 milyar lira yardım etmesinin ortaya çıkması bu iddiaları daha da dillendirdi.


Ancak Yazıcıoğlu bu iddialara ve Hayal’e sert tepki göstermiş ve "BBP ve Muhsin Yazıcıoğlu 'na karşı kurgulanmış senaryolar devam ediyor" yorumunu yapmıştı…

Yazıcıoğlu Dink için yazdığı şiiri de okumuştu:

yine korku ve telaş arasında kala kaldım,

ne derler diye endişelendik maktulün başında.

timsah gözyaşlarından daha masum değil gözyaşlarımız,

caniyi besleyen korku ve telaşlarımız,

hep korku ve telaşlarımızla süslediğiniz çatışma kültürünüz.

insan hakları söylemleriniz, medya maydonozu liberalleriniz,

kan sızıyor fırat'ın delinmiş tabanından toprağıma

bağrımdaki bütün mehmetler ağlıyor.

oğlunun adını fatih koyan bütün Ermenilerle birlikte


changeTarget(document.getElementById("news_content"))

ÜŞÜYORUM



Şimdi akıllarda 'üşüyorum' şiiri var!
Türk milliyetçiliğinin efsane lideri Muhsin Yazıcıoğlu içinde bulunduğu helikopterin düşmesi sonucu ebediyete göç etti.


Kahramanmaraş'ın Göksun ilçesinde beraberindeki 5 kişi ile bindiği helikopteri düşerek hayatını kaybeden Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun, Mamak Cezaevi'nde yıllar önce yazdığı 'Üşüyorum' şiiri şimdi ayrı bir anlam kazandı. Türk milliyetçiliğinin efsane lideri, siyasitin vakur ismi Muhsin Yazıcıoğlu 25 yıl önce kaldığı Mamak cezaevinde yazdığı "Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır, Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum." dizeleriyle şiirine başlamıştı.


50 saat boyunca içinde olduğu helikopterin kar tipi altında kalan enkazına ulaşılımayan Yazıcıoğlu'nun şiiri, "Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum Durun kapanmayın pencerelerim, Güneşimi kapatmayın, Beton çok soğuk, üşüyorum." dizeleriyle bitiyor.


Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum..
Muhsin YAZICIOĞLU

BATIL İNANÇLAR

İnanışlar
"Çayı yarım içme dul kalırsın" Halk arasında, kökeni çok eskiye dayanan zararsız ilginç inanışlar, çok sayıda yerde halen geçerliliğini sürdürüyor.

Sol kulak çınladığında zengin olunacağına,
Sağ avuç içi kaşındığında ise para geleceğine inanılıyor.

Aa muhabirinin konya kültür ve turizm il müdürlüğü'nden derlediği bilgilere göre, toplumlarda bazı rastlantılardan dolayı doğru olduğu düşünülen batıl inanışlar, bugün özellikle kırsal bölgelerde yaygın olarak dilden dile dolaşıyor.

Yeni doğan çocuğun kokmaması için tuza yatırılması,
sağlıklı olması için toprağa sarılması,
parlak olsun diye gözüne limon sıkılması,
uzun yolculuklarda ''otobüs tutması'' olarak tabir edilen mide bulantısına karşı benzin içilmesi gibi zararlı inançların yanı sıra ilginç, doğruluğuna yüzde 100 inanılmasa da söylenmeden geçilmeyen inanışlar da bulunuyor.

Ölünün evden çıkarılmadan önce üzerinden kedi atlaması durumunda hortlayacağına inanılması, mezarlıkta sigara içilmemesi,
çakal uluyunca yere tükürülmesi gerektiği, bu zararsız inanışlar arasında yer alıyor. Bunların yanı sıra
damadın, gerdeğe girmeden önce yanlışlıkla kediye basması durumunda başarısız olacağına, hamur yoğururken dışarı sıçraması halinde misafir geleceğine,
parmakların çatırdamasının ise kişinin sağlıklı olduğunu gösterdiğine inanılıyor.
'burnun kaşındıysa dayak yiyeceksin'' Bazı yerlerde burnun kaşınmasının, kişi hakkında dedikodu yapıldığına işaret ettiğine inanılırken, bazı bölgelerde ise burun kaşınmasının kişinin dayak yiyeceğini haber verdiği kabul ediliyor.

İnanışlara göre;
sol kulağın çınlaması zenginliği,
sağ kulağın çınlaması ise sağlığı gösterirken,
gözün seğirmesi olumsuzluğu,
sağ avucun kaşınması para geleceğini,
sol avucun kaşınması ise para çıkacağına işaret ediyor.
Kişinin, kesilen saçının üzerine basması durumunda baş ağrısı çekeceğine,
hamile kadının neye bakarsa doğacak çocuğunun, baktığı şeye benzeyeceği de bu inanışlar arasında yer alıyor.

''su iç hatırlarsın''
Sohbet sırasında söyleyeceğini unutan kişiye ''su iç hatırlarsın'' denildiğinde unuttuğu şeyleri hatırlayacağına inanılan anadolu'da, hatırlayamayan kişinin ise yalan söyleyeceği için unuttuğu düşünülüyor.
Halk arasında yaygın olan benzer inanışlardan bazıları şöyle:
ayak kaşınınca yolculuk var demektir.
-gün dönümünde tarım işleriyle uğraşılmaz, düğün dernek yapılmaz.
-ay hilal halindeyken iki ucu aşağı olursa o ay yağmurlu, yukarı doğru olursa kurak olur.
-arife günü yakını ölen kişi dikiş dikmez.
akşam soğan yenen yere melekler gelmez.
-ekmek kırıntılarını yere atmak, ayakla çiğnemek evin bereketini götürür.
-bıçakla ekmek kesilmez, evin bereketi kaçar.
-kapı eşiğinde oturan kişi bekar kalır.
-gökkuşağının altından erkek geçerse kız, kız geçerse erkek olur.
-salı günü düğün yapılmaz.
-cuma günü örgü örülmez, kısmet kaybolur.
-tarlaya ilk tohum, çarşamba günü atılmaz.
-cuma günü ekin ekilmez, bir işe başlanmaz.
-cumartesi günü çamaşır yıkanmaz.
-pazartesi başlanan işler yavaş ilerler.
-bir erkek, iki kızın arasından geçerse köse olur.
-yarım çay içen kadın dul kalır
-ava giden kişiye ''nereye gidiyorsun? '' diye sorulmaz. sorulduğu takdirde kişi avlanamaz.

Çok elişi yapan annem, yeni bir el işine başlayacağı zaman eğer ben o anda odaya girecek olsam kıyameti koparırdı"sakın gelme!" diye bağırırdı. Çünkü ben çok yavaş ve ağır hareketli olduğum için yeni başlayacağı örgü de bitmek bilmezdi inanışına göre.

Abim çok hızlı ve seri hareketliymiş. Yeni örgüye başlarken onu dışırı çıkarır, koşarak yanına gelmesini ve kendisine "kolay gelsin" demesini isterdi. O zaman başladığı işi daha çabuk bitermiş. Abimde seve seve ve gururla yapardı bu önemli görevi.

KIRMIZI SİYAH ROMANI ÖZETİ


STENDHAL ( HENRY BEYLE) HAYATI
(1783-1842)
1783'te Fransa’nın Grenoble kentinde doğdu, Mühendislik okumak için geldiği Paris’te önce tiyatro ile ilgilendi. Levazım Subayı olarak çeşitli seferlere katıldı.İtalya’da 7 yıl yaşadıktan sonra Paris’e dönüp kendini edebiyata verdi.

Yaşadığı dönemde önemi fazla anlaşılmayan Stendhal daha sonraları edebiyat dünyasının en büyük psikolojik roman ustalarından biri sayıldı. Keskin gözlemleri, kişilik çözümlemeleri, sezgileri, süslemesiz sayılan üslubunun temel özelliği olan hareketle birleşince Stendhal en az kendi kişiliği kadar renkli yapıtlar sunabilmiştir. Hem muhafazakar hem liberal, hem yurtsever hem kozmopolit, hem taklitçi hem özgün, hem açık yürekli hem kapalı kişiliği, romanlarına da yansımıştır.
Baş yapıtı olan Kırmızı Siyah’tan sonra, Aşka Dair, Roma’da Gezinti, Parma Manastırı, Castro Rahibesi ve daha bir çok eseri vardır.

1842 yılında Paris’te yürürken, ani bir felç geçirerek yolda öldü.
ROMANDAKİ KİŞİLER
Bay de Renal (dö Renal), Verrieres (Veryer) şehrinin belediye başkanı. Kaba saba, gösterişe düşkün yaratılışta kendini beğenmiş, alacaklarını zamanında alan borçlarını geciktiren geniş alınlı, kartal burunlu ve kır saçlı, gururlu, inatçı bir insandır. Ailesi XIV. Louis, ülkeyi ele geçirmeden önce buraya gelip yerleşen bir İspanyol ailesine mensuptur. Kasabanın en güzel evinde oturur, demir ticareti konusunda bilgilidir. Çivi fabrikası vardır.

Bayan de Renal, Bay de Renal'in karısıdır. Kocasına göre daha anlayışlı, evine bağlı, çekingen , kararsız, saf yürekli, sevgi görmemiş, kocasını yargılamayan ve güzelliği ile dikkat çeken bir kadındır.

Julien : Napolyon Bonapart hayranı, aşırı kitap okuyan, İncil'i ezbere bilen, Latincesi çok iyi olan18-19 yaşlarında zayıf, çelimsiz bir insandır. Daha çocukken İtalya Seferi'nden dönen asterleri görünce askerlek mesleğine hayran olur, 14 yaşında Verrieres kasabasına yapılan görkemli kiliseyi gördükten sonra papaz olmak ister ve papazın kendisine verdiği İncil'i ezberler, papazdan teoloji dersleri alır.

Papaz Chelan: Verrieres kasabasına yapılan görkemli kilisenin papazı. Seksen yaşında, sağlam kişilikli. Julien'e teoloji dersleri verir, İncil'i ezberletir. İşinden yararlanıp haksız para biriktirmeyen oldukça dürüst bir insandır.

Bay Valenod: Yoksullar Evi Müdürü. Bay Renal'in buyruğu altında çalışır ama kasabada ondan daha etkindir. Hiç bir ilkesi yoktur.Her şeye burnunu sokar, hiç utanmaz, her yere gider, okur, yazar, konuşur, halk tarafından küçümsendiğini unutur. Yaşlı papaz Chelan'ı liberal bir gazeteciye yardım ettiği için işten atması nedeniyle dindarların nefretini kazanmış, aralarında Bayan Renal'inde bulunduğu kasabadaki tüm güzel kadınlara kur yapan çapkın, kocaman kara favorili, kırmızı yüzlü, iri kıyım, güçlü kuvvetli ve yakışıklı bir adamdır.
Papaz Pirard: Besançon kenti papaz okulunun pederi. Kırmızı lekeli uzun yüzlü, korkunç bakan küçük kara gözlü, siyah sık ve düz saçlı, oldukça sert, katı ve acımasız bir insandır.
Kont NORBERT : Marki'nin oğlu. Şakacı, uzun boylu, bıyıklı ve solgun yüzlü.
Bay La MOLE : (Marki) Zayıf, cin gözlü, sarı perukalı. Her şeyi önceden düşünüp buyurmaktanse işlerini kendi yapan çalışkan bir insan.
Bayan Le MOLE : Marki'nin eşi. Soyluluğa dair ön yargılarıyla tanınan Chaulne Dükü'nün kızı. Atalarının Haçlı Seferlerine katılmasıyla övünür. Bir prens ya da prensesin adını anarken saygısından sesini alçaltır. Onların, soylu olmayan insanların saygısına hak kazandıklarına inanır. Tüm papazları kendi kurtuluşu için uşak gibi görür.
Mathilde : Sarışın, iyi giyimli, soğuk duruşlu. Marki'nin kızı, Julien'in sevgilisi.

ÖZET
Olay Fransa'da 19. YY da geçer. Julien Sorel fakir bir çiftçinin oğludur. Kendi sınıfından hoşlanmaz, tüm zenginlere düşmandır ve kendisi de zengin olma, bir savaş çıkması ve kendisininde kahramanlık göstermesi sevdası içindedir. Bir gün Belediye reisinin evine çocuklarına İncil eğitimi vermek için gider ve oraya yerleşir. Belediye resinin karısı oldukça güzel, samimi ve sevgi nedir bilmeden evlenmiş bir kadındır. Julien Sorel'den 10 yaş büyük bir kadındır. Sorel sırf kompleksini yenmek, Kendini beğenmiş Bay Renal'den intikam almak, üst sınıftan biri tarafından sevilebileceği niyetiyle bu kadını kendine aşık eder. Sonunda kendisi de kadına aşık olur. Ancak olay halkın diline düşer ve Bayan Renal, haklarındaki söylentilerin asılsız olduğunu kocasına düzenlediği bir oyunla ispat eder ve bu dedikoduların kocasının siyasi hayatına zarar vermesini önlemek, kendilerini temize çıkarmak için Julien'in Yoksullar Yurdu Müdür olan Bay Valenod'un evine gitmesini sağlar.

Julien papaz okulunda eğitim görmesi için ihtiyacı olan parayı biriktirebilmek amacıyla Bay Valenod'un evine çocukların öğretmeni olarak yerleşir. Julien'in onuruna kasabadaki zengin ve liberallerin davet edildiği bir yemek verilir.
Orada tüm uşaklar küçümsenmektedir. Julien bu evde iğrenç ve çalınmış para kokan bir şeyler sezer ve rahatsız olur. Yemek salonunun arkasında zavallı tutukluların bulunduğunu düşünür. Bu evdeki şatafatın bedelinin tutukluların yiyeceklerinden çalınarak ödendiği hisleri onu rahatsız eder.
Konuklar yemekte Julien'in İncil'i ezbere bilip bilmediğini kontrol ederler ve üstün zekasına hayran kalırlar. Belediye bütçesiyle papaz okulunda okuması gerektiğini düşünürler. Julien papaz Chelan ve kaymakam Maugiran vasıtasıyla Besançon'daki papaz okuluna parasız okumak üzere gider. Burada çeşitli entrikalar ve çekememezliklerle karşılaşır. Burada her iyi düşünce suç sayılırdı. Bu yüzden Julien'e mantıklı konuşup iyi düşündüğü için "Martin Luther" adını takarlar.

İKİNCİ BÖLÜM
julien Sorel Paris'te zengin bir adamın yanına Marki, Bay Le MOLE) sekreter olarak çalışmaya girer. Bu adam kendisine çok iyiliklerde bulunur, adamın güzeller güzeli kızı Mathilde kendisine ilgi göstermeyen Sorel'e tutulur. Sorel önce fakirlik gururu ve kendisini oranın uşağından farksız görmediği için bunu bir oyun sanır. Sonra oyun olmadığını anlar ve gizli bir aşk hikayesi başlar. Ancak Mathilde oldukça soylu bir kızdır ve Sorel'i kendine yakıştırmaz. Onunla görüşmeme kararı alır, daha sonra buna dayanamaz tekrar görüşürler. Julien Sorel'le bu şekilde gel gitler yaşayan bir aşk ilişkisi başlar.
Bu ara, Julien evi geçici süreliğine terketmeye karar verir fakat Marki onu göndermez. Çünkü 12 kişiyle yapacaklı gizli toplantıda alınan gizli notaları yazıp ezberleyerek Metz kentindeki Dük'e gizlice ulaştırma görevi vereceği için gitmesine izin vermez.
Yapılan toplantıda Fransa krallığının halk ayaklanması ve cumhuriyet devrimi beklentilerine karşı, silahlı parti ve birlikler kurulması, tüm soyluların gelirinin beşte sirinin din adamlarına bağışlanması, (çünkü 1830 yılındaki fakir halk ayaklanması esnasında halka sözünü ancak Roma'nın buyruğundaki din adamları geçirebilmiştir) kurulacak birliklerin soylu insanlandan oluşması kararı alınır ve bu kararları Julien önce tutanağa bağlar. Daha sonra da ezberler. Çünkü bu notayı Dük'e ulaştırmak için giderken yakalanma korkuları vardır. Bu nedenle tutanağı yanına almayacak, sözle bildirecektir. Hemen Julien'e bir yolculuk kağıdı çıkarır, eski kıyafetler ayarlanarak sıradan bir yolcu görünümü verilir.
Gizli nota gönderileceği halk tarafından duyulur ve herkes ulağı bulup engellemeye çalışmaktadır. Julien Sertz kentinde bir hana uğrar. Orada herkes kendisinden ve şarkıcı Geronima'dan şüphelenir. Julien uyurken odası aranır ama bir şey bulunamaz. Bu tehlikeyi atlatınca Dük'ü bulur ve işaret olarak La Mole'ün verdiği saati ona uzatır, notayı ezbere okur. Dük Julin'e Strasborg'a gitmesini, ayın 22 sinde öğleyin saat yarımda yine orada olmasını ve burudan da yarım saatten önce çıkmamasını ister.
Julien Strasborg'ta Londralı dostu Prens Korasoff' ta rastlar ve ona hayran kalır. Sevgilisinden söz ederek durumun umutsuzluğunu anlatır. Prens ona sevgilisini elinde tutmanın yollarını öğretir.
Sorel, Rus olan subay bir gençten bir kadının gönlünü fethetme yolunu öğrenir, dener ve başarılı olur. Mathilde Sorel'e yeniden aşık olur ve kendisine hamile olduğunu da bildirir. Mathilde'nin babası zor ikna olur bu duruma, Sorel'in hakkında bir araştırma yapar ve Belediye Reisinin karısından aldığı mektupda çılgına döner. Çünkü bir papaz ona Sorelle ilgili yanlış bilgilerle dolu bir mektup yazdırır. Sorel'in zengin ailelerin kız yada kadınlarını baştan çıkararak kendine toplumda bir yer edindiğini yazar. Bu durumda elinden kaçırmış olduğu hayallerine çok kızan Sorel Belediye Reisinin karısını tabancasıyla vurur. Ancak kadın ölmez, yaralanır.
Julien Sorel tutuklanır. Hapse atılır. Bayan de Renal onun hapse atıldığını duyunca çok üzülür ve gardiyana bol miktarda para verek ona iyi bakmasını ister. Ondan şikayetçi olmaz ve serbes bırakılması için girişimlerde bulunur. Ziyaretine gelir. Aşkları yeniden alevlenir. Julien'in kurtulmak için umudu yoktur. Giyotine gideceğini düşünür. Bunu duyan Bayan de Renal, bu durumda kendisinin de intihar edeceğini söyler. Fakat Julien, Mathilde'den doğacak oğluna onun bakması için yaşaması gerektiğini söyler.
Julien Mathilde'e bir mektup yazarak kendisi öldüğü taktirde Croisenois'le evlenmesini, doğacak bebeğine ise Bayan De Renal'in bakmasını ister.
Mathilde, köylü kılığında kasabaya gelerek Julien'i görür ve papaz Flair'den Julien'i kurtarmasını ister. Papaz Flair, jüri üyelerini etkileyeceğine inanır. Fakat Jüri Julien'i suçlu bulur. Dostu Foguen'in, Mathilde'in ve Bayan De Renal'in Julien'i kurtarma girişimleri boşa çıkar. Sonunda öldürülür. Cesedini yakın dostu Fougue satın alır. Onun ölümünden kısa bir süre sonra Bayan De Renal'de üzüntüsünden ölür.

26 Mart 2009 Perşembe

ATATÜRK'ÜN YAVERİNDE BİR ANI


ATATÜRKÜN YAVERİNDEN BİR ANI !....
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da...Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mihtara anlatinca, o da bana bilet aliverip saldi Angaraya. Giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agsamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?

Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O biz im vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden
belliydi. Bana dönerek;
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanimizdir... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum
-Anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Pasa yani Atatürk işte karsında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.

İkisi de ağlıyordu. Biri Türk insanının kurtarıcısı,biri kurtarılan....Ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlaşıyorlardı.Yaşlı kadın belki on defa öptü Ata'nın ellerini. Ata'da onun ellerini çıkardı. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkardı. Daha doğrusu,beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı:
-Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene getiririm.

Paşa hemen bezi açıp peyniri orada yedi ve çok sevdiğini söyledi.Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi:
-Bu anamızı alıp burada iki gün konuk edin.
(Bugün artık"ananı da al git" diyenler var)
-Sonra köyüne götürün. Giderken de benden üç inek hediye edin!

Bu ninemiz, bugün kendisini iki kilo şeker ve beş kilo kömüre satan Türk İnsanı'na benziyor mu?

Ya Atamız? Ülkeyi babalar gibi satan siyasilere benziyor mu?

25 Mart 2009 Çarşamba

UTANIRIM


Bekir COŞKUN
Utanırım...
BAŞBAKAN, Deniz Baykal ile televizyona çıkıp yüz yüze, herkesin gözü önünde tartışmak istemiyor. Ben de olsam televizyona çıkmam...

Sonra Baykal bana, "Şu Deniz Feneri davasının Türkiye’ye uzantılarını Alman Mahkemesi tespit etti, şunu bir konuşalım" dese...

Ne yanıt verebilirim?..
Ya da "Şu damadın şirketine iki kamu bankasından alınan para ile gazete-televizyon aldındı mı?" diye sorsa...

Ne diyebilirim...
Sesim çıkmaz...
Utanırım...
Diyelim ki "Üniversiteyi bitirmiş gençlerin tümü işsiz. Babalarının-annelerinin sorgulayan bakışlarından kaçmak için akşamları sofralara oturmuyor çocuklar...

Sizin ise daha kolejde okuyan çocuklarınız bile şirket-mirket kurup zengin oluverdiler...
Nedir bunun sırrı?"
diye sorsalar bana...
Sıkılırım...
Elim-ayağım titrer...
Yüzüm kızarır...
Ter boşalır yanaklarımdan...
Soruldu diyelim: "Nedir bu gemicik hikáyesi?.." ".........?"
"Nedir bu altın-mücevherat işi?.." ".........?"
"Nedir şu anda ailenin mal varlığı?.." ".........?"
"Cumhuriyetçiler evlerinden toparlanırken ’yargıya güvenin" diyorsun da, sıra dokunulmazlıkların kaldırılmasına gelince niye ’yargıya güvenmiyorum’ diyorsun?
Niçin kaldırmıyorsun şu dokunulmazlıkları?.." ".........?"
"İnsanların yatak odalarını dinletiyorsun da, kendi yolsuzluk dosyalarınıza bakılmasına niye izin vermiyorsun?.." ".........?"
Denilse...
Ne yaparım ben?..
Kanım çekilir, kanım...
Bir daha meydanlara çıkıp bakamam insanların yüzüne...
Utanırım...

22 Mart 2009 Pazar

NEYZEN TEVFİK




BİR KİTAP KURDUNUN DÜŞÜ


Güliver'dim dün gece,
cüceler ülkesinde.
Yeryüzünü tepesinden seyrettim..

Gogol kaybettiği burnunu,
ekmeğimde bulurken;
Paltosu,bir köşede haydutluk yapıyordu..!

Zil zurnaydı Allan Poe.
Korkularını unutmuş,
Annabel Lee ye, şiirler yazıyordu...!

İspanyada çanlar kimin için çalıyordu bilinmez?
Can pazarıydı yaşanan..!
Karanfil Sokağı ağlıyordu..!
Umurunda değildi
Esmeralda’nın kilisenin çancısı..
Ama Quasimodo - bana su verdi-
diyerek işkencede gülüyordu...!

Kübalı ihtiyar balıkçının,
elleri şerha..şerha...
Büyük balık tutmuştu.
Ölesiye yapışmıştı oltaya.
Bırakmaya ar ediyordu....!

Kötü değildi Lennie.
saflığın örneğiydi.
Bir tutam saçın bedelini,
dostunun elinden ödüyordu..!
Buck karların arasında,
lirik bir şiir söylüyor,
özgürlüğün destanını,
insana inat yazıyordu...!
Belki de rüyasıyız birinin?
Uyansa biteceğiz...!

21 Mart 2009 Cumartesi

RENKLİ

Dünyanın kimi ülkelerinde ama bilakis de Amerika ve Avrupa'nın bazı ülkelerinde siyah tenli insanlara argo niyetine RENKLİ diye hitab edilir.

Hani tenleri kara olduğundan 'renkli' insanlar yani.

Bunun üzerine Afrikanın küçük bir köyünde, küçük bir toprak evin duvarında şöyle bir yazı okunur. (Elimden geldiğince bizim dile çeviriyorum)

Ben doğarım, siyah,
Büyürüm, siyah,
Soğukta, siyah,
Sıcak ta siyah,
Ölürüm siyah .

Sen doğarsın pembe ,
Büyürsün beyaz ,
Soğukta mavi ,
Sıcak ta kırmızı ,
Ve ölürsünüz boz .
Bir de utanmadan bana renkli dersin.

Alıntı.
TASER339 ANTOLOJİ.COM

BİR TÜRLÜ SEVEMEDİM


Bir Türlü Sevemedim
İki kişinin omzuna basıp
Bir adam boyu yükselen üçüncünün
Put olduğu bir dünyada
Ben bir ağaç kovuğunda
Yalnızlığı tercih ediyorum.

Ne ezmek isterim kimseyi
Ne de ezilmek ayaklar altında
Ben gölgelerin dahi incitilmediği
Kenetlenen saflardaki
Adaleti özlüyorum.

Yarım adım geridekinin
Fenafi’r-rehber olduğu
‘Aşırı gitme ha’larla dolu
Önder müsveddelerinin çöplüğünü
Sevmiyorum, sevemiyorum.

AYTEN DURMUŞ

YILIN HAZIR CEVAPLARI

Hava Yollarında yemek servisi zamanı. Hostes en öndeki adama kibarca gülümseyerek sordu:
- Yemek ister misiniz efendim?
Kendini lokantada zanneden yolcu servis masasına baktı:
- Seçeneklerim neler?
Hostes yine kibarca gülümseyerek seçenekleri sundu:
- Evet veya hayır.


Bir alışveriş merkezindeyiz. Yaşlı bir hanım tavuk reyonunda bir türlü istediği kadar büyük bir tavuk bulamayınca, onu izleyen reyon görevlisine söylendi:
- Bu tavukların daha büyük olmaları mümkün değil mi?
Görevli tonton teyzeye takılmadan edemedi:
- Mümkün değil teyze, onlar ölü.


Kamyon sürücüsü 'dikkat, alçak köprü' ikaz levhasını fark ettiğinde iş işten çoktan geçmişti. Olanca hızıyla üst köprüye bindirdi ve orada sıkıştı kaldı. Arkasında kilometrelerce araç kuyruğu oluştuktan sonra trafik kurtarma ekibi nihayet geldi. Kurtarıcı işine başlarken polis de gözleri sıkışmış kamyonda, sürücüye yaklaşarak söze girmiş olmak için sordu:
- Köprüye sıkıştınız, he?
Sürücü canı burnunda homurdandı:
- Yo, köprü taşıyordum, mazotum bitti.


Trafik kuralı ihlali yapan kimsenin çıkmadığı uzun bir nöbetin sonunda polis nihayet aşırı hız yapan bir aracı durdurdu. Sürücü camı açtı. Ruhsat ve ehliyetini uzattı. Polis ceza makbuzunu cebinden çıkarırken keyifle gülümsedi.
- Sizi bütün gün bekledim.
Sürücü nasıl olsa cezamı öyle ya da böyle çekeceğim rahatlığıyla, iç çekerek cevap verdi.
- Anlıyorum memur bey. Elimden geldiği kadar hızlı gelmeye çalıştım ben de.
Polis, dakikalar süren gülmesi kesilmeyince adama eliyle git, git işareti yaptı ve adam cezadan kurtuldu.

TASER339
ANTOLOJİ.COM

21 MART NEVRUZ BAYRAMI



Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır.

Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı "ana" olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde "baharın gelişi" elbette önemli bir yere sahip olacaktı. Çünkü insan vücudu, baharda uyarıldığı kadar kışta uyarılmaz. İç karartıcı, yeknesak günlerin ardından doğan hareketli, pırıl pırıl güneşli, kuş ve hayvan sesleriyle kurulmuş ilâhî orkestranın musikisi insan hayatını canlandırır. Ayrıca ortaya çıkan rengârenk tablo kıştan bahara geçişi ne de güzel tasvir eder:

"Bir yanda her tarafı kaplayan soluk, mat ve daha çok beyazın hakim olduğu renkler, diğer yanda yeşilin değişik tonları arasında baş veren bin bir renk cümbüşü... Birisi hareketsiz, şekilsiz; diğeri kıpır kıpır, şekil şekil, çiçek çiçek... Kış, sağır ve dilsiz; ilkyaz duygulu, coşkulu, kulaklara fısıldadığı nağmelerle cazibeli... Birinde tabiat hayat dolu, diğerinde donmuş, yeniden doğmak üzere uyuşmuş kalmış...

Genellikle Nevruz, yani Farsça "Yeni Gün" adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir.

Mesela, Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek ve Noel Baba sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı "Noel Bayramı" bunun farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem "çam ağacı" motifi etrafında şekillendiriliyor. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda Türk' ün kutladığı "bahar bayramı"nın da bir takvim değişikliğini yansıttığı görülüyor. Burada dikkati çeken husus "baharın başladığı zaman"dır. Türk, bu takvim değişikliğini "toprağın uyandığı gün" ile özdeşleştirmiştir.

Türklerde bir tabiat, varoluş, diriliş bayramı niteliğinde olan Nevruz'un ruhî atmosferini ve eskiliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor.

Bu coşkuyu Türk kamları dualarında, niyazlarında şöyle ifade ediyorlar:

"... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın!"

Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, hayat tarzının ifadesidir. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğundan bahsetmiştik. İşte millî bir bayram olan Nevruz da Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında kamların dua ettikleri asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla hâlâ kutlanmakta. Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konargöçer Türk topluluklarında;
sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir.

Böylece bu ananeler günümüz Türk dünyasına ortak kültür mirası olarak intikal etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir.

Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir.Nevruz, çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir.

Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikler hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.

Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig'e, Kaşgarlı Mahmud'dan Bîrûnî'ye, Nizâmü'ı Mülk'ün Siyasetname’sinden Melikşah'ın takvimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar eldedir. Diğer taraftan Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Türkmen Devletinin kurucusu Şah İsmail (Hataî), Osmanlılarda Sultan I. Ahmed ve Sultan Dördüncü Murad gibi hükümdarların, Mustafa Kemal Atatürk'ün; din adamlarımızdan Kazasker Bâki Efendi ve Şeyhülislam Yahya Efendilerin, şairlerimizden Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzulî, Nev'î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad ve Namık Kemal gibi şairlerimizin Fatih devri vezirlerinden Ahmed Paşa'nın; büyük Azeri şairi Şehriyar'ın ve büyük Türkmen şairi Mahdumkulu'nun uzun bir tarih boyunca Nevruz bayramının gelişini "Nevruziye" veya "Bahariye" denilen şiirlerle kutladıklarını da biliyoruz.

Ayrıca Nevruz'un Türk musikisinin en eski mürekkep makamlarından biri olarak da kültürümüzde yedi yüzyıldan fazla bir maziye sahip olduğunu da biliyoruz. Bu makam ilk defa Urmiyeli Safıyûddîn Abdulmü'mîn Urmevî (1224–1294) tarafından kullanılmıştır. Bu şekilde elimizde yirminin üzerinde makam bulunmaktadır.

Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.

1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri'nde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/Nevruz Bayramı'nı "Milli Bayram" olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler. Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır.

Türkiye'de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir. Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak "ortak kültür ocağı"nda binlerce ruhu ısıtacaktır.

Avrasya’nın, Türk âleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.


Kaynak: Hatice Emel AŞA, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan 2000

MUTLULUĞUN RESMİNİ KİM YAPMIŞ?


Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından hazırlanan “Orta Öğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”nda Bakanlık, ünlü ressam Abidin Dino’ya ait olduğunu ileri sürdüğü ve adını da “Mutluluğun Resmi” koyduğu bir resmi kılavuza koyarak, bunun derslerde öğrencilere gösterilmesini istedi. Bunu duyan basın Abidin Dino’nun Nazım Hikmet’le arasında şiirlere de konu olan böyle bir tablosu hiç olmadığını ve Bakanlığın kılavuza koyduğu resmin ise Amerikalı Dianne Dengel’e ait olduğunu idda ediyor. Bakanlık yetkilileri bunun üzerine konuyu araştırmaya alıyor.

İşte Basın iddiaları:


ABİDİN DİNO "İNTERNETTE DOLAŞAN" MUTLULUĞUN RESMİ İSİMLİ BİR TABLO YAPMAMIŞTIR.

İnternette dolaşan resim Abidin Dino'nun değil DIANNA DENGEL'in tebrik kartıdır. Abidin Dino ve Nazım Hikmet arasında resim ve mutluluk diyaloglarının geçtiği bilinir; Hatta, Mutluluk=Sevgi+Güven Duygusu+Korunmak+Güvende Hissetmek+Çocuğunu emzirmek gibi kavramlar da bu diyalogun konusu olmuştur. Ancak Nazım Hikmet son noktayı "Yaz ortasındaki Küba'nın resmini yapabilir misin Abidin?" mısrasıyla koymuş ve Abidin Dino da Mutluluğun resmini çizmemiştir...

Söz konusu resim Dianne Dengel'in card çalışmalarından biridir. Resimden çok 3D çalışması olarak kabul edilir. Print fiyatı ise sadece ve sadece 25 $'dır. Bu resmin sanatçısı halen yaşamaktadır. Kişisel web adresi ile bahsi geçen resmin linkleri aşağıdadır.

DIANNE DENGEL'S HOME PAGE (Açılan sayfada next e tıklayınız, en altta 3. sıra 2. sütundaki 'Home Sweet Home" isimli kukla resim Türkiye'de Abidin Dino'ya ait olduğu iddia edilen resimdir.

Dianne Dengel's Online StoreResmin linki HOME SWEET HOME
Ancak ünlü ressamın böyle bir tablosu hiçbir zaman olmadı. İnternette dolaşan ve Dino’ya ait olduğu iddia edilen resim aslında ABD’li Dianne Dengel’e ait ve http://www.diannedengel.com/prints.asp adresinde bu resme rahatlıkla ulaşılıyor.

NOT ALDIM, ARAŞTIRACAĞIZ


Talim ve Terbiye Kurulu Başkan Yardımcısı Vahap Özpolat ise kılavuzun henüz taslak aşamasında olduğunu savunarak, “Taslağı Erciyes Üniversitesi’nden bir grup akademisyen hazırladı. Henüz okullara gönderilmedi” diye konuştu. Özpolat şöyle devam etti: “Duyarlılığınız için teşekkür ederim. Uyarınızı dikkate alıp konuyu araştıracağız. Ben kılavuzun sadece ‘Kazanımlar ve Etkinlikler’ bölümü üzerinde durdum. Şimdi not alıyorum, bu resmi üniversitelerin sanat tarihi bölümlerine soracağız.”


MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ABİDİN?

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

işin kolayına kaçmadan

ama gül yanaklı bebesini emziren

melek yüzlü anneciğin resmini değil

ne de ak örtüde elmaların

ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan

kırmızı balığınkini


Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?

Çok şükür çok şükür bugünü de

gördüm ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?


NAZIM HİKMET BUNA NE TUAL YETERDİ NE BOYA...

kokusu buram buram tüten limanda

simit satan çocuklar

martıların telaşı bambaşka

işçiler gözler yolunu.

inebilseydin o vapurdan

ayağında Varna’nın tozu

yüreğinde ince bir sızı.

mavi gözlerinde yanıp tutuşan

hasretle kucaklayabilseydim seninle,

bir daha.


davullar çalsa, zurnalar söyleseydi

bağrımıza bassaydık seni Nazım,

yapardım mutluluğun resmini

başında delikanlı şapkan,

kolların sıvalı,

kavgaya hazır bahriyeli adımlarla

düşüp yola gidebilseydik meserret kahvesine,

ilk karşılaştığımız yere

ve bir acı kahvemi içseydin.

anlatsaydık o günlerden, geçmişten, gelecekten,
ne günler biterdi, ne geceler...

dinerdi tüm acılar seninle

bir düş olurdu ayrılığımız,

anılarda kalan.


ve dolaşsaydık Türkiye’yi bir baştan bir başa.

yattığımız yerler müze olmuş,

sürgün şehirler cennet.

işte o zaman Nazım,

yapardım mutluluğun resmini

buna da ne tual yeterdi; ne boya...


ABİDİN DİNO

20 Mart 2009 Cuma

DOST MUSUN?


DOST MUSUN?
Öyleyse canın canımdır...
Aynan olmalıyım...
Yüzüne söyleyebilmeliyim her şeyi...
Hem sakınmadan, mertçe...
Hani bilirsin, esirgemem lâfımı,
Ne şekil gelirse, öylece...
Hazırım tüm içtenliğimle konuşmaya, ama,
Seni de dupduru isterim karşımda...

Dostsan,
Gözlerimin içine baka baka yaka silk benden!
Arkamdan şikayetlenme! Yiğit ol!
Gerekirse yiğitçe azarla, çekinme!
Lâf değil, icraat beklerim senden!
Öyle bak ki, hislerini görebileyim...
Öyle hisset ki, güvenle bakabileyim...
Sevmem, ölenin ardından ağıt yakmayı!
Dil dönerken söylenmeli her şey...
Kulak duyarken anlatılmalı...
Göz bakarken bakmalıyım sana...
Can sağ iken sarılmalı...
Keşkelere meydan vermemeli hayatım,
Pişmanlıklarla yoğrulmamalı....
Hayır! Dirime selâm vermeyen,
Ölüme de fazla yaklaşmasın!

Dostsan,
ölmemi bekleme!
Haklıysam, yaşarken savun beni!
Yaşarken yanımda ol!
İnanmışsan bana,
kimse çevirmesin seni yolundan!
Ve inanmamışsan, sakın rol yapma!
Her söylediğimi onaylaman şart değil...
Her yaptığımı beğenmen de gerekmez...

Dostsan,
rahatça eleştir,
fikrini rahatça söyle, sıkılma!
Yadırgayabilirsin beni,
Ve ben de seni tuhaf bulursam şaşırma...
Kandırmanı aslâ kabul edemem!
Her dediğini, her yaptığını hoş görürüm, ama,
Beni, bana sormadan yargılama!
Her yediğimiz aynı olmaz belki,
Her dakikamız birlikte geçmez...
Her güldüğünde gülmeyi garanti edemesem de,
Ağladığında seninle birlikte oturup ağlarım...
Belki her çağırdığında gelemem fakat,
Derdine ortak ararsan, koşarım...
Ben de herkes gibi insanım elbet,
Ne göklere çıkar beni, ne de yerin dibine sok!
Senin işin bu değil!
Benim zaten bir yerim var herkes gibi yer ile gök arasında...

Dostsan,
Küçümsemeden, küfretmeden,
Sevgiyle, saygıyla ve huzurla gel sokağıma...
Dinlenmek istediğinde, hiç düşünme, sana özel bir limanım, ama...
Yorulduğum zamanlarda,
Dilediğimce sığınabilmeliyim koylarına...
Seni bir çocuk kadar saf sevebilirim
Ve bir deli kadar art niyetsiz...
Uğruna seve seve hesabı şaşırırım...
Görmezden gelebilirim yanlışlarını...
Başkaları enayilik sayabilir,
Başkaları akılsızlığıma yorabilir,
Bunları dert bile etmem, ama,
Sen, aslında aptal olmadığımı,
Her an, tekrar tekrar hatırla!
Ve sakın beni aptal yerine koymaya kalkışma!

Muhabbeti varken, yokmuş gibi yapanla,
Hiç sevmediği halde, yılışıp durana sinir olurum!
Neyse, o olmalı insan...
Kendisi olmaktan korkmamalı!
Kendisi olmaktan kaçmamalı!
Bil ki, sensin diye seni bırakmam, ama,
Ben olduğum için bırakırsan beni,
Yas da tutmam arkandan!

Bedel mi?
Ödemeyeceksen çıkma yola!
İçten pazarlık edersen, ancak kendine edersin...
Kendince küser barışır, kendi kendini yersin!
Dostsan, mevsimince yağ...
Kışsan kar ol, güzsen yağmur...
Soğuğuna, sıcağına, esip savurmana itiraz etmem,
Senden, ille de bahar olmanı beklemem, ama,
Dayanmalısın en şiddetli fırtınalarıma...
Belki de çok geldi bunca talep...
Bana karşı hiçbir mecburiyetin yok, korkma...
Sana fazla geldiğim ilk anda
Arkana hiç bakmadan, dönüp gidebilirsin...

Geçip gidebilirsin,borçluluk hissetmeden...
Mutlaka bir açıklama da beklemem senden, ama,
Gitmeye davranırsam bir gün,
Sen de karşımda set olma! Dost musun?
Öyleyse, canın canımdır,
Yoluna baş koymaya hazırım ya,
Başını da yollarımda isterim, unutma!

Yaşamak için yarını bekleme, al yaşamı kollarının arasına ve sımsıkı sarıl yaşamdan yalnızca almak yerine ona bir şeyler ver. Kısacası bütünüyle 'İnsan' ol.
Unutma!
yaşam dokuması henüz tamamlanmamış, olağanüstü güzellikte bir duvar halısıdır ve sana ait olan boşluğu yalnız sen doldurabilirsin. Kimseyi kırmamak ve üzmemek şartıyla istediğin her şeyi dene.Bir gün sonsuzluğun bulutlarına oturduğunda ne aklın kalsın ne de kırık bir yürek..

Tüm yaşantınızda gerçek dostluk ve sevgiye ulaşabilmeniz temennilerimle...

antoloji.com'dan Ferhat

KÜÇÜK İLANLAR

Küçük ilanlar.... Kendileri 'küçük' tür ama, 'büyük' manzarayı anlatırlar bize... Bizzat vatandaş tarafından yazıldığı için 'hayatın gerçeği' dir. Sağlam fikirler verir, nasıl bir ülkede yaşadığımız hakkında. Mesela...

işinde 5 yıl deneyimli, kefil verebilecek eleman aranıyor' demiş bir tanesi.

Manzara budur. 'İşsizlik azaldı' deniyor ama, otopark kahyalığı için bile 'kıdem' ve 'torpil' gerekiyor bu ülkede.

'Dershanemize acilen Türkçe öğretmeni alınacak, stajer olabilir' demiş biri.

acil. Stajer yazmalarından belli.

'Yeni açılacak pastanemize tecrübeli garson aranıyor, görüşmeler gizli tutulacaktır...'

Sanırsın MİT'e alıyor garsonu. '

Çay ve kahve yapmayı bilen aşçı aranıyor...'

Bilmeyeni var demek ki.

'Sulu yemekten anlayan dönerci aranıyor.'
Ya 'zeytinyağlı döner' icat etti... Ya da 'dönerci yevmiyesiyle bütün mutfağı sana yıkacağım, haberin olsun' demenin kibarcası...

'Hastanemize tam gün çalışacak, tecrübeli beyin cerrahi uzmanı alınacaktır.'
İster misin Gazi Yaşargil başvursun... Ama en güzeli şu:

'Yeni kurulan hastanemiz için nöroloji, göz, genel cerrahi, plastik cerrahi, dermatolog, dahiliye, çocuk, kadın doğum, kardiyoloji, radyoloji, fizik tedavi, anestezi uzmanları ile ameliyat ve yoğun bakım hemşireleri aranmaktadır.'
Ha gayret! Geriye kaldı, üç nal, bir at.

'Telefona bakacak bekâr ve fiziği düzgün bayan aranıyor.'
Evli ve paçozlar telefona iyi bakamıyor, malum. '

28 beden, 1.65 veya 1.70 boylarında sekreterlik yapabilecek eleman alınacaktır.' Oha!

'Üniversite mezunu, halkla ilişkilerde en az 5 yıl deneyimi olan, yabancı dil bilen, diksiyonu düzgün, otomobil ehliyeti sahibi, yurtiçinde seyahat engeli olmayan erkek eleman aranıyor.'

Beni tarif etmiş adam... Aradım telefonla. Maaş 500 lira. Artı yemek. Pazarlamacı. Şuna bayıldım...

'Büyükbaş hayvanların çiftlik işinden anlayan aile alınacak... Ciddi olanlar arasın.'
İnekler karakter sahibi çünkü. Hoşlanmazlar yılışıklardan. Şöylesi bile var...

'Ülke sorunlarının çözümü ile ilgili araştırmalar yapmak üzere kurulmakta olan araştırma kurumunun yönetiminde yeralacak, araç kullanabilen asistan alınacaktır...'
Benim anladığım şu... Şoför alacaklar! Arada bir arka koltuktan 'ülke sorunlarının çözümü' için soracaklar, 'ne olacak bu memleketin hali? '

antoloji.com dan TAŞER 339

16 Mart 2009 Pazartesi

YORGUN SAVAŞÇI ROMANI - (KEMAL TAHİR)




1.BÖLÜM
Von Kros Paşa’nın Dürbünü

Cemil, 1. Dünya Savaşı yenilgiyle sonuçlanıp ülke işgal edilince, evine dönmüştür. Bir gün, evinde hiç tanımadığı ve arkadaşları tarafından ceza evinden kaçırılan ittihatçı Doktor Reşit Bey’i evinde saklamak üzere pencere önünde gelmesini beklerken, kendisine bir Alman Subayı tarafından hediye edilen ve yanından hiç ayırmadığı dürbünüyle, Doktor Reşit Bey’in Kuva_i Milliye düşmanlarınca nasıl kovalandığını, , yakalanacağını anlayınca kendisini nasıl vurduğunu görür ve çok üzülür.

Arap Maksut, Teğmen Faruk’la Cemil’e haber göndererek silahını yanına alıp sivil giyinmiş olarak kendisini görmesi için karakola gelmesini ister. Cemil karakola gider. Arap Maksut, Cemille beraber, ittihatçı Doktor Patriyot Ömer’in kaldığı evde tehlikede olması nedeniyle oradan gizlice kaçırılarak daha emniyetli bir eve götürebilmek için plan yaparlar.

Patriyot Ömer ittihatçıdır. İşgal altında bulunan devlet tarafından tüm ittihatçılar ve işgallere karşı direnenler yakalanıp öldürülmekte ya da yargılanmaktadır. Patriyot Ömer’in kaldığı ev de basılmış fakat son anda yakalanmakta kurtulmuştur. Ev gözetlenmektedir. Bu nedenle oradan kaçırılması gerekmektedir.

Cemil, nişanlısı ve teyzesinin kızı olan Neriman’la Ömer’in evine terzi bulma bahanesiyle gidecek, Ömer’e çarşaf giydirerek oradan çıkarıp farmason lakaplı Doktor Münir’in evine götürme planı yapar. Fakat Arap Maksut, Doktor Münir’in ittihatçı düşmanı ve güvenilmez insan olduğunu iddia ederek onun evine götürülmesine karşı çıkar. Aslında Doktor Münir’in ittihatçı muhalefeti olma nedeni, yalnızca fikir ayrılığı ve subayların hürriyet girişimleri için attıkları adımların yanlış olduğunu bilmesidir. Aleyhlerinde olmalarına rağmen kurtuluş mücadelesi için desteğini de esirgemez. Kendisi bu durumu: “ata düşman gibi bakıp dost gibi bineceksin” sözüyle açıklar..

Neriman’la beraber, kadın kılığında evden çıkan Patriyot Ömer’i köşedeki bakkal görür ve yüzlerini açmasını ister. O ara Neriman panikler ve “Cemil Abi” diye bağırır. Uzaktan onları bekleyen Cemil, bakkalı bayıltana kadar dövüp kaçarlar. Fakat artık Cemil’in adı bilinmiş, eşgali belirlenmiştir ve o da aranan ittihatçı direnişçiler listesine alınmıştır.

Neriman’ı eve gönderip kendileri Doktor Münir’in evinde saklanırlar.

Bir süre sonra Neriman’ın hamile olduğunu öğrenir. Acilen nikah kıymak üzere gizlice evine gider fakat evde olduğunu öğrenen işgal tarafları evi basar, Cemil, nikahtan hemen sonra kaçmak zorunda kalır. Farmason’un evine döndüğünde onların da yakalanıp götürülmekte olduğunu uzaktan görür.

Ne yapacağını bilmez halde dolaşır. Gülhane Parkı’na gider. Ayasofya Camii’ni görünce aklına Harp Okulu’ndan arkadaşı Teğmen Recep’in Ayasofya’yı korumakla görevlendirilmiş birliğin komutanı olduğu gelir ve onun kaldığı çadırdaki birliğine sığınır. Fakat Teğmen Recep, Cemil’in yanında kaldığını ağzından kaçırır. Onun arandığını da duyunca orada kendisini bulabileceklerini ve daha emniyetli bir yere sığınması gerektiğini söyler. Arap Maksut’la görüşerek Cemil’i Subay Sığınma Evi’ne Yüzbaşı Tosun adıyla yerleştirirler.

Orada kör Albay Naci ile Teğmen Selim’in kaldığı odaya yerleştirilir.Albay Naci’ye gelen savaş raporlarını okuyarak vakit geçirirler. Raporun birinde Kafkasya cephesindeki Sarıkamış’ta askerlerin sıcaktan ve susuzluktan öldüğü yazılmaktadır. Bunu okuyan Teğmen Selim çok öfkelenir. Çünkü kendisi Sarıkamış’ta bizzat bulunmuş ve donmaktan son anda kurtulmuştur. Cemil onu konuşturarak teselli eder. Selim, Sarıkamış’taki acı anılarını, Enver Paşa’ya duyduğu hayranlığı, canını kurtarmak için kaçan askerleri caydırmak için, saldırıdan geri çekilen askerleri yeniden saldırıya hazırlanmaları için zorlayan Enver Paşa hayranı yedek subay Kazım’ın suçsuz yere casusluk yaptığı gerekçesiyle kurşuna dizdiren ve tanımadıkları bir kaputlu komutanı anlatır.
Selim bunları anlatırken Cemil, Osmanlı ordusuna mensup, Gerede, Düzce, Hendek civarında çarpışırken yaralanan veya sakatlanan askerler arasında bir bacağını kaybetmiş ve Selim’le beraber Sarıkamış’ta çarpışmış en yakın arkadaşına rastlar. Atlı Binbaşı İsmail ÜSKÜP
İsmail, bir zamanların ünlü subayı Kazım’ı kurşuna dizen subayı Cemil’in de tanıdığını Selim’e söyler. Kazım’ı casusluk yaptığı gerekçesiyle kurşuna dizen Kaputlu Subay da Enver’dir. Sarıkamış cephesinden kaçtığı söylenen Kaputsuz Subay’da Enver’dir….

2. BÖLÜM
Karanlığın Dibinde

İsmail ÜSKÜP, Cemil’e Teğmen Recep vasıtasıyla bir tüccar kağıdı ile avcı biçimli elbise, çizme ve kalpak ayarlamış, vatan savunması için Çerkez Reşit kardeşler çetesine katılmasını, gavur. Müslüman ayırmadan tüm kötülerle savaşmasını istemiştir.

O ara Yunanlılar İzmir’i işgal etmiştir ve her yer Yunan Bayrak’ları ile doludur.

Cemil, bunun üzerine Bandırma’ya giderek Asker Emeklileri Derneği’ni bulur. Bu dernek Deniz Subayı emeklisi olan Hasan Efendi’nin kahvesindedir. Hasan Efendi’ye tüccar olduğunu, buraya mal almaya geldiğini, sonra da Emre Köyü’ndeki asker arkadaşı Reşit Efendi’ye gideceğini, Kendisini buraya Binbaşı İsmail’in gönderdiğini söyler Cemil’in asker olduğunu anlayan Hasan Efendi, memleket işgal altındayken bir askerin tüccarlığa başlamasını yadırgar ve sitem eder. Reşit Bey’in çiftliğinde olmadığını, ateşkesten sonra Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşlerin üçünün de hükümetle başının derde girdiğini,bu yüzden dağda olduklarını, köye inmediklerini, Ethem’in, vali Rahmi Bey’in oğlunu para için kaçırdığını, istediği 50 bin altını ise İzmir’in gavur tüccarlarının kendi aralarında toplayarak verdiğini anlatır ve İki gün önce bir yüzbaşı yaveri ile çocuk denecek yaşta bir teğmenden oluşan 17. Kolordu komutanı vekilliğine atanan Bekir Sami’yi görmesini ister. Bekir Sami’nin, olmayan bir topçu alayı komutanı bulmasına çok sevineceğini söyler.

Cemil, hemen Askerlik Şubesi’ne Bekir Sami’nin yanına gider. Hasan Efendi’nin komutan yaveri dediği kişi askerlik arkadaşı Yüzbaşı Selahattin,çocuk teğmen dediği kişi ise Teğmen Faruk’tur. Bekir Sami Bey’le görüşerek durumu anlatır.Değerli bir komutan olan Bekir Sami, Cemil’i bulduğuna çok sevinir.
Selahattin, Cemil’e Anadolu’nun durumunu anlatır. Ona göre ortada iki ümit vardır;
Yunanlılar’ın İzmir’i işgal etmeyle yaptığı yanlış ve
Mustafa Kemal’in 2. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a çıkması

Milletin savaşlardan yılgınlığını,, artık vuruşmak istemediğini, çoğunun hasta ve sakat, sağlamların ise şaşkınlıktan kurtulup toparlanamadığını, vuruşmak için avuç aydın kaldığını, gerisinin asker kaçağı, çapulcu ve eşkıya sürüsü olduğunu ittihatçıların ise, dönemeyenlerin yenilgiden kendilerini sorumlu tuttuklarını, kimsenin milletin önüne ittihatçı olarak çıkamadığını, şimdilik mücadeleyi çetelerle ve bir avuç başı boş serserilerle yapacaklarını söyledi.

Şu anda Manisa ili de işgal edilmek üzeredir ve işgalden önce orada bulunan cephaneyi ele geçirmek gerekliydi.

Bekir Sami, yayınladığı bir bildiri ile tüm Bandırma halkının düşmanı savaşarak karşılaması gerektiğini, bunun dinimizce caiz olduğunu, çarpışmadan silah teslim edilmemesi gerektiğini ilan etti. Çünkü İzmir, Yunanlı’ya savaşmadan teslim olmuştur.

Bandırma yöresinde o sıralar çarpışan çeteler, Ahmet Aznavur, Şah İsmail, Darıcalı Çerkez Hasan, Çerkez Şevket Paşa, Kara Hasan, Cambaz Hakkı, Kel Tahir, Balıkesir’de ise Dramalı Rıza Bey ve Zeybek Çeteleridir.Reşit Bey Bekir Sami’ye 200 kadar çarpışacak adam vereceği haberini gönderir. Bekir Sami ise Manisa cephanesinden silah temin edecektir. Fakat Manisa ile bir türlü irtibat kuramaz. Bunun üzerine bir trene atlayarak Manisa’ya gitmek üzere önce Balıkesir’e uğrar. Orası da işgal edilmiş, halk direnmeden teslim olmuş, her yer Yunan Bayrakları ile donatılmış, ileri gelenler Rum ve Yahudilere sığınmış, Rum Memurlar Yunan üniformalarıyla dolaşmaya başlamıştır.

Balıkesir’in işgalinde İstanbul Hükümeti’ne ne yapmaları gerektiğini soran haber karşılığında İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey, kendilerinin de baskı altında olduklarını, ayaklanmamaları için emir gelse bile dinlememeleri, savunma yapmaları gerektiği haberini gönderir fakat Balıkesir halkı bu habere inanmaz, padişahın vuruşma taraftarı olmadığını söyleyerek işgal karşısında direniş göstermez.

Bunları Bekir Sami Bey’i karşılayan gazeteci Hacım Muhittin anlatır ve şimdilik Manisa’nın tehlikeli olduğunu, Akhisar’dan öte gitmemeleri gerektiğini söyler. Orada güvenilir adamlar olarak da Halit Paşa ile Topçu Rasim’in adını verir. Bunun üzerine Bekir Sami, Reşit Bey’in kendisine 20 şer 30 ar kişilik küçük atlı birlikleri göndereceğini söyleyerek bu birlikleri kendisinin karşılamasını ve Akhisar’a göndermesini ister.

Bekir Sami ile birliği Akhisar’a vardığında Topçu Rasim onları karşılar. Manisa’nın henüz işgal edilmediği haberini verir. Bekir Sami, Rasim ile Manisa’ya Ahmet Zeki Bey’e cephaneyi teslim etmesi için haber gönderir ve kalmak için bir otele giderler. Tüm Manisa çevresindeki halk ittihatçı subaylara düşman olduğundan otelci de onlara gönülsüz yer verir, kalmalarını istemez. Onlara yemek vermez. Bu nedenle otelde kalmak istemezler. Ertesi gün Cemil, Askerlik Şubesi’nin kalmak için uygun olup olmadığını kontrol etmek amacıyla şubeye gider.Şube Başkanı ve diğer erlerin kaçtığını ve orada yalnız Kör Şaban’ın bulunduğunu görür ve kendisini yeni Şube Başkanı olarak tanıtır. Şubedeki silah ve mermileri görünce Şaban’a paketlettirip otele gönderir.

Bekir Sabi bölüğünün kasabaya gelmesi eski hürriyet itilafçıları ile Rumları öfkelendirir. Bekir Sami, tüm kasaba ileri gelenlerini otele çağırarak savunma için birlik olmaya davet eder ama kimse buna yanaşmaz.. Çünkü memleketin işgalinde halk, subayları sorumlu tutmakta ve onlara güvenmemektedir.

Manisa cephanesi için giden Topçu Rasim, telgrafla, cephanenin taşınmasına Rumlar tarafından yasak konduğu haberini verir.

Kasabanın kaymakamı, Gavur Efe ile Bekir Sami bölüğünün kasabayı terk etmesi aksi taktirde oteli yakacağı tehtidini gönderir. Birlik bunun üzerine Askerlik Şubesine sığınır. Şaban’ı yiyecek alması için gönderir ama kimse yiyecek satmaz üstelik İttihatçılara yardım ettiği için Şaban’ı taşlayarak şubeye kadar kovalarlar. Yüzbaşı Selahattin sıtma olur. Cemil, Şaban’ı bu kez ilaç ve konyak alması için eczaneye gönderir. İlaç ta vermek istemezler ama kasabanın doktoru zorlayınca ilacı alabilir.

Hacım Muhittin’in söz ettiği Halit Paşa birliği bulur ve onlara direnişe katılacak adamları Kumkuyucak köyü’nden alıp Manisa’ya geçmeleri gerektiğini söyler.Köyde buldukları ilk atlı birliğini Teğmen Faruk alarak Manisa’ya geçer. Fakat diğer atlılar gitmek istemez, direnişe karşı çıkarlar. Halit Paşa sözünü geçiremediği için çok üzülür ve o da direnişten vaz geçer dönmek ister. Cemil onu ikna ederek Akhisar’a kadar kendileriyle gelmesini, sonra ayrılmasını ister. Akhisar’a giderken Topçu Rasim’le karşılaşırlar. Halit Paşa onları bırakıp kaçar. Topçu Rasim’in yanında Çerkez Ethem ve arkadaşları vardır. Çerkez Ethem’i Rauf Bey Salihli’de kaldığı çiftliğe Cemil’i getirmesi için göndermiştir. Cemil’den Salihli cephesini kurmasını ister.

3. BÖLÜM
Dönemeç

İngilizler İstanbul’u işgal etmiş, Millet Meclisini basıp bazı milletvekillerini tutuklamışlardı.

Mustafa Kemal, Temsil Heyeti adına bir bildiri yayınlamıştı. Harbiye Nazırı Yusuf İzzettin, Alman Başkomutanının Anadolu’daki direnişi durdurmalarını isteyen bir ültimatom vermesi üzerine Anadolu’daki tüm birliklerin İstanbul Hükümeti’ni tanımalarını sağlaması için birlik komutanlarına emir yayınlar ve emre uymayanların komutanlıktan alınarak yerlerine emri uygulayacak komutan vekillerinin verileceği bildirisini yayınlar.

Bekir Sami bu emre karşı çıkar. Çünkü Temsil Heyeti’nin bildirisinin ise “hiçbir komutanın yerini hiçbir nedenle bir başka komutana bırakamaz” şeklinde olduğunu, bu nedenle komutanlığı bırakma kararı almaya yetkili olmadığını gibi direnişe de engel olamayacağını bildirir. Ali Fuat Paşa’da komutanlığını İstanbul’dan gelen vekile bırakmaz.

Yusuf İzzet Paşa bunun üzerine 174. Alayı Aznavur üzerine gönderir. Bu alayın komutanı her emre kulak asmayan ama “düşmana saldır” emri alınca duramayan Rahmi Bey’dir. Birliği ise derme çatma ve çoğunun gözü savuşmakta olan erlerden oluşmuştur. Böyle bir bölüğün düşman üzerine gönderilmesi Cemil’i düşündürür.

Selahattin, tam derlenip toparlanmak üzereyken sürekli pürüzler çıktığını, Mustafa Kemal’den haber beklediklerini, Harbiye Nazırı’nın sık sık değiştiğini, şimdikinin ise Fevzi Paşa olduğunu anlattı.

Fevzi Paşa, Mustafa Kemal’i kısa bir süre önce eli kolu bağlı olarak İstanbul’a götürmeye kalkmış, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa engel olmuştur. Cephe cephe gezdikten sonra ancak düşman işgalinde işgalci taraftarı olduğu için Harbiye Nazırlığına getirilmiştir.

Ankara’dan Mustafa Kemal’le telgraf bağlantısı yapılır. Yüzbaşı Selahattin, Kolordu Komutanı Yusuf İzzettin ile, Konya 12. Kolordu Komutanı Albay Fahrettin’in telgraflarını Mustafa Kemal’e bildirir. Buna göre; Albay Fahrettin, İzzet Paşa’nın emrinde çalışmak istemektedir. 23 ve 57. tümenlerin Refet Bey’in emrinde Yunanlılara karşı Kuvayi Milliye saflarında olduğu ama tamamen uzaklaşmadığı 41. tümenle atlı alayının askerlik şubesinin ve kolorduya bağlı diğer birliklerin kendi emri altında olduğunu bildirir. Yusuf İzzettin Paşa da Albay Fahrettin’in kendi emri altında çalışmasını kabul eder.

Yine bu telgrafa göre Yusuf İzzetin’in İstanbul işgalini ateşkes anlaşmasına uygun bulduğunu, bu durumun memleket çıkarı için gerekli gördüğünü ve kolorduya emir suretiyle duyurduğunu bildiriyordu.

Mustafa Kemal, Bursa’daki 56. tümenin durumunu sorar. Selahattin’den durumun ümitsiz olduğu, hocaların köyleri gezerek Kuvayi Milliye’yi kötüleyip ittihatçılıkla suçladığı, Müdafa-İ Hukuk’un bir türlü gelişemediği, işe yarar subaylar olmadığı haberini alınca ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini ve kendilerine destek birlik göndereceklerini, tren yollarını düşmandan temizlediklerini söyler.

Saldırıya hazırlanan düşman karşısında, Yunan Taburu Nazilli’de silahsız insanları öldürürken Ziraat Bankası’nı kendi hesabına soyan Demirci Mehmet Efe, askerken, birliginin Kafkasya’ya gideceğini anlayınca dağa kaçan Yörük Ali ve Rahmi Bey’in oğlunu para için kaçıran Çerkez Ethem vardır. Cepheleri korumak böyle çetelerin elindedir.

Mustafa Kemal, bu kez Cemil’den Salihli cephesi haberlerini öğrenmek ister. Cemil, saldırı için siperler kazıldığını, tel örgü için dikenli tele ihtiyaç duyduklarını, Alaşehir Kongresi'nden sonra Müdüfa-i Hukuk Dernekleri'nin iyi çabaladıklarını, başı bozukluktan kurtulmaya çalıştıklarını, Balıkesir'de ise Ethem Bey'in Anzavur işine çok önem verdiğini, ahlaksızlığı yüzünden ordudan atılan Kamo Bekir'in tehlikeli olabileceğini, Ethem Bey'in Demirci Mehmet Efe'nin, kendisine Osmanlı'nın şimdilik kendileriyle dost olduğunu ama işleri bitince kendilerini temizleyeceğini söylediği için ona güvenmediğini anlatır.
Anzavur'la çarpışmak için Bursa'ya gönderilen Rahmi Bey öldürülür. Başkentte artık başarılar elde edilmeye başlanır. Bunun üzerine İngiliz işgalinde olan Harbiye Nezareti bu başarıları engellemek için Anadolu'ya heyet gönderir ve Mustafa Kemal, aralarında Harbiye Nezareti Baş yaveri Salih bey ile diğer güvenilir adamların açıkça ve resmen göz altına alınmasını, tanınıp bilinmeyenlerin ise rütbeleri ne olursa olsun, haklarında yapılacak işlemin ne olduğunu öğrenmeleri için kendilerine baş vurmalarını ister.
İkinci kez Anzavur ayaklanması beklendiği için Cemil, yargısız infazla tanınan Kirmasti'deki Kasap Osman Bey ve tümenini Anzavur'la çarpışmaları için Bursa'ya getirir.
Cemil, Bursa'da Doktor Münir'le karşılaşır çok sevinir. Ondan Patriyot Ömer'in Malta Adası'na sürüldüğü, Halil Paşa'nın Bekirağa Bölüğü'nden kaçtığı haberini alır.
Bu arada hükümetin çıkardığı Şeyhülislam fetvası, halkı direnişden caydırma yönündedir ve fetvaya göre direniş tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Bir kaç gün sonra Çerkez Ethem'in Anzavur Birliği'ni dağıttığı haberi tüm direnişçileri sevindirir. Direnişe baş kaldıran Türk Halkı'nı da bozguna uğratması için Ethem Bey görevlendirilir.
KİTAP HAKKINDA GENEL GÖRÜŞLER
Kemal Tahir yazdığı bu kitabında tarihi unsurlara yer vermiştir. Kurtuluş Savaşını gerçeğini ön plana çıkarmak istemektedir. Romanın kahramanı Cemil ardı ardına gelen savaşların hep yenik ve yorgun çıkmış bir neslin mensubudur. Bundan dolayı kitabın adı “Yorgun Savaşçı” diye nitelendirilmiştir. Yorgun Savaşcı’da en göze batan yanlardan biri Kurtuluş Savaşının hangi şartlar içinde yapıldığı ve Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşından neden yenik çıktığını işlemektir.
Eserin dönemine göre, yeni bir Türkçe’yle yazılmıştır. Cümle kuruluşları başarılı yapılmış, yalın bir anlatım izlenmiştir. Anlatım ise eserin konusuna uygundur. Eskimiş sözcükler kullanılsa da ( özellikle öğrenim görmüş kişilerle ilgili bölümlerde ağır bir üslup kullanılmış) bu eserin genelini etkilememekte hatta anlatıma ayrı bir hava vermektedir. Dil genel olarak sade.
Eserin Yazılmasındaki Amaç: Kurtuluş Savaşı zamanında Topçu Yzb. –Cehennem – Cemil’in düşmana karşı Türk Halkını örgütlemesini ve düşmanla mücadelesinde yaşanılan olayların bilinmesi ve Türk halkının ne zorluklar içerisinde bugüne geldiğinin bilinmesi gerektiğidir. Eser bu amaca başarıyla ulaşmıştır.
Eserdeki Kişiler:
Cemil, Neriman, Çerkez Reşit Bey, Yarbay Kasap Osman Bey, Ethem Bey
Cemil: Romanın kahramanı. Filistin Cephesi’ndeki subaylığı sırasında “Cehennem Topçu” diye tanınırdı. Harp Okulu öğrencisi iken yakalanan Jön Türk takımıyla alakası olduğu sanılarak hapse atılır, Dr. Münir tarafından suçsuzluğu ispatlandıktan sonra hapisten çıkarılır.
Neriman: Cemil’in teyzesinin kızı. Cemil ve Neriman bir süre sonra evlendiler.
Çerkez Reşit Bey: Patriyot Ömer tarafından 1906 yılında Kuvayi Milliye kuruluşuna alınmıştır. Valiliği sırasında Ermeni sürgününde bir çok insan öldürür.
Yarbay Kasap Osman Bey: 172. yaya alay komutanıdır. Bitik insanları yargılamayı sever. Orta boylu, tıknaz, asık suratlı, donuk ve yorgun bakışlıdır. Sol eliyle sağ bıyığını burarak konuşur. Karşısındakini"assam mı asmasam mı" diye düşünür gibi süzerek konuşur, sonra da asmaya karar verip "bu gün mü assam, yarın mı assam"diye düşündüğü imajı yaratır. Tüm çevresini korkutmuştur.
Ethem Bey: Kuvayi Milliye Umum komutanıdır.
Doktor Münir: Farmason lakaplıdır. Çok kitap okur. Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinde Sinop'a sürülür. Mizan Gazetesi'nde ittihatçılar ve cemiyetleri aleyhinde yazılar yazar. Doktor Reşit, Bekirağa Bölüğü'nden kaçırılınca onu evinde saklamayı reddeder. Çünkü onun valiliği sırasında yaptığı zalimliği ve kıyıcılığı doktorlukla bağdaştıramaz. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile fikir ayrılığı yaşayarak cemiyetten ayrılır fakat desteğini de bırakmaz. Bu durumu "ata düşman gibi binip dost gibi bakmak" tabiriyle açıklar.
Arap Maksut: Hasan Paşa Karakolu İnzibat Subayıdır. Yenilgiden önce Teşkilat-ı Mahsusa'da çalışmış, cephelerde bulunmamıştır. Patriyot Ömer'in saklanmasına önderlik eder.
Halil Paşa: Enver Paşa'nın dayısı. Dr. Münir'in evinde saklanan Jön Türk savunucusu.
Teğmen Recep : Cephelerde zor işlerden kurtulmak için dine sığınır. Üç aylarda oruç tutup namaz kılmadan duramaz gibi görünür. Ama tembel, unutkan ve dağınık olduğu için foyası çabuk ortaya çıkar. Gizlice oruç yediği, cenabet gezdiği, abdestsiz namaz kıldığı çabuk anlaşılır.
Bekir Sami Bey: Mert, değerli, meşrutiyetten sonra rütbe alma hırsını yenmiş, kel, dik bıyıklı, tıknaz gövdeli, erlerin "baba adam" dedikleri, aldığı tüm görevleri, hem astlarını hem de üstlerini memnunederek tamamlayan, Irak ve Kafkasya Cepheleri'nde bulunan değerli bir komutan.
Yazarın Hayatı:
Deniz subaylarından Tahir Bey’in oğludur. Cezayirli Gazi Hasan Paşa Rüştiyesi’ni bitirmiş, (1923) Galatasaray Lisesi’nde okumuştur. Hayatını kazanmak için okuldan ayrılarak çeşitli dergi ve gazetelerde çalışmıştır (1928 – 1938). Siyasal inançlardan dolayı mahkum edilerek Çankırı, Malatya, Çorum, Kırşehir ceza evlerinde yatmış (1938-1950). Af kanunundan yararlanarak kurtulmuştur. Sanata şiirle başlayan (1932) Kemal Tahir, daha sonra hikaye ve roman alanında çalışmış. 1968 yılında “Yorgun Savaşçı” romanıyla Cumhuriyet gazetesinin, “Devlet Ana” romanıyla ad Türk Dil Kurumu’nun roman ödüllerini kazanmıştır.
Eserin Ana Duygusu:
“Yorgun Savaşçı” Kuvayi Milliye’nin ilk günlerini, amansız şartlara karşı nasıl başarıyla mücadele verildiğini anlatır.
Eserin Geçtiği Yer ve Zaman: Balıkesir, Akhisar, İzmir bölgesi.