17 Ocak 2010 Pazar

DİLENCİ


Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik
yapıyormuş.
Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN
KÖR" yazılı imiş.
Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş.

Bir reklamcı bunu görmüş. Tabelayı almış, arkasına
bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa
olmuş.....
Gelip geçen .........ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes,
başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para
atmaya....
Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye, dilencinin
şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup
taşmasına...
Ne mi yazıyormuş?
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ...
AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM"

Alıntı...

GABRİEL GARCİA MARQUEZ'DEN MEKTUP


Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeye bilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...

Yazı Gabriel Garcia Marquez ait bir mektuptur.Yakalandığı lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumu kötüleşen ve inzivaya çekilme kararı alan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, yakın dostlarına bir veda mektubu gönderdi. Yazarın mektubu, degişik dillere çevrildi ve internet üzerinden yayına verilmiştir.

13 Ocak 2010 Çarşamba

MUM


Dört tane mum usul usul yanıyordu...
Ortalık o kadar sessizdiki, mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz...
Birinci mum dediki:
''Ben BARIŞ'ım.!
Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor.Sanırım yakında söneceğim.''
Alevi hızla azaldı ve sonunda tamamen söndü.
İkinci mum:
''Ben VEFA'yım.!
Ne yazıkki artık vazgeçilmez değilim.Onun için,bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı.''
Sözlerini tamamladığında esen hafif bir rüzgar onu tamamen söndürdü...
Sırası geldiğinde üçüncü mum, hüzünlü bir sesle dediki:
''Ben SEVGİ'yim!
Yanacak gücüm kalmadı. İnsanlar beni unuttu,değerimi anlamıyorlar. En yakınlarını sevmeyi bile unuttular.''
Vefa'da daha fazla beklemeden sönüp gitti...
Ansızın..!
Odaya bir çocuk girdi ve üç mumunda yanmadığını gördü.
''Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekmiyor muydu? '' dedi.
Ve ardından ağlamaya başladı...
O zaman dördüncü mum konuşmaya başladı:
''Korkma, ben yandığım sürece öteki mumlarıda yeniden yakabiliriz, ben UMUT'um! ''
Çocuk parlayan gözleriyle UMUT mumunu aldı ve öteki mumları birer birer yaktı...

UMUT ışığı yaşamımızdan hiç eksik olmamalı...
...Ki hepimiz onunla birlikte VEFA'yı, BARIŞ'ı ve SEVGİ'yi yaşatabilelim...””

11 Ocak 2010 Pazartesi

Suyu Arayan Adam


İNCELEME PLANI
KİTABIN ADI :
Suyu arayan Adam
KİTABIN YAZARI : Şevket Süreyya Aydemir
SAYFA SAYISI : 527
KİTAPTAKİ KARAKTERLER:
-Babası.
Edirne’nin en zengin beyinin konağının bahçesine bakardı. Padişah hayranı.
-Annesi. Göçmen mahallesinde okuma yazma bilen tek insan. Diğer halka göre biraz daha ayrıcalıklı kabul edilir. Mahallenin kadınlarına dikiş dikmeyi, kasnak örmeyi, dua ve ilahileri, namaz kılmayı , yakın tarikatların zikir ve ayinlerini öğretir.
-Abileri. Küçük yaşta askeri rüşdiyelerde okutularak subay olur ve orduya katılırlar. Büyük ağabeyi, Sultan Hamit düşmanı.
-Sitare: Azerbeycan’da sevdiği kız. İran göçmeni
-Enver Paşa:Meşrutiyetin ilanı ile kahraman olur. Sarıkamış olayından sonra gözden düşer. 1. Dünya Savaşı yenilgisi ile Almanlara sığınır. Yazarla Türk Birliğini sağlamak için düzenlenen Bakü Kogresinde karşılaşır.
-Doktor Nazım: Son Abdülhamit devrinin ilk Genç Türklerinden. 1926 da Atatürk’e suikast zanlısı olarak İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanır. İdam edilir.
-Nazım Hikmet: Türkiyedeki hapis yıllarında Rusyaya kaçar. Bir orman kampında yazarla karşılaşır. Köylülerin inkılapların baltalayıcısı olduğu konusunda tartışır. Oldukça karışık bir ırk mensubudur.
ÖZET
Şevket Süreyya AYDEMİR, 1877- 1878 Osmanlı -Rus harbi esnasında Bulgaristan’dan göç ederek bir ordugah, ordu şehri olan Edirne’ye yerleşen bir göçmen çocuğudur. Çocukluğu Rum ve Bulgar çetelerinin yağmaları içerisinde, çete ve komite hikayeleri dinleyerek, çetecilik oyunları oynayarak geçmiştir. İlk olarak mahalle mektebine, sonra da askeri Rüştiye’ye devam eder. Subay olan hocaları onlara “her şeyin başında ordu ve ordunun sınırladığı vatan vardır, ordunun ayak bastığı her yer vatandır ve çok geniş olması şarttır. Millet ise vatan içinde yaşayan herkestir. Dil, din, dilek ve hak birliği şart değildir. Hak yalnızca orduyu temsil ve idare edenlerindir. Arnavut, Bulgar, Yemenli, Hicazlı, Dürzülerin tek vazifesi itaat etmek ve vergi vermektir. Kendileri için hak istemeleri kanunen isyandır ve ordunun görevi bu isyanları kan ve ateşle bastırmaktır” düşüncelerini zikrediyorlardı.

Ordu ile halk sürekli çatışma halindeydi. İsyanlar ve çetelikler her yerde devam ediyordu. Bu ırkları devletin idare edemediği ve devletin idare tarzına bir isyan olduğu ordunun aklına gelmiyordu. Bu isyancılar altı büyük devlet olan İngitere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya- Macaristan ve Rusya destekleyip silahlandırıyordu. Durum karşısında padişah gerekeni yapmıyordu. Duruma çözüm olarak 23 Temmuz 1908 de meşrutiyet ilan edilir. Meşrutiyetle beraber hürriyet geleceğine, çeteciliğin kalkacağına, altı büyük devletin işimize artık karışmayacağına, ırkların kardeş olacağına inanılır. Fakat yeniliklere karşı padişahın kışkırttığı asker ayaklanması çıkar (31 Mart 1908) Ardından 1911 de Osmanlı Afrikası, Ege Adaları, Libya elden çıkar, balkan savaşı yenilgisi yaşanır.

Okuduğu “Ergenekon” kitabından etkilenerek Turancılık akımına inanır. Bu akımın da muallim Mekteplerinde benimsendiğini öğrenir ve Rüştiyeyi bırakarak öğretmen okuluna girer. O ara 1. Dünya Savaşı çıkar ve gönüllü olarak, abisinin vurulduğu Doğu cephesine onun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere gider. Orada cahil askerleri tanır. Yolda gördüğü Anadolu insanları hakkındaki olumsuz fikirlerini değiştirir. Halkın cehaletinden hükümeti sorumlu tutar. Doğu cephesinde Ermenilerin haksız yere Türklere yaptıkları vahşi katliamlara tanık olur.

Doğu cephesinde zafer elde edilir ama hükümet ateşkese çağırır. Terhis olduktan sonraki hedefi Kafkas Bölgesindeki Türk Devletlerinde yaşamak ve Türkleri millileştirmek, milli bilinç uyandırmaktır. Azerbeycan Türk öğretmenler isteyince oraya gider. Oradaki halkı tanır. Aralarındaki mezhep ayrılıklarını, milli ruh yoksunluğunu, isyancı işçi ve menfaat kavgalarına tanık olur ve Turancılık fikri hayal olur. Yönetim olarak da küçük komitalar halinde bulunuyorlardı. Devlet olma bilinci yoktu. Bu ara ihtilalci Ruslar işgal eder. Kominizm ve bolşevizmle tanışırlar. Halkın tüm mallarına el konulur. Rus kominizmini ve Rusları yakından tanır.
İhtilal nedeniyle, Aydemir’in ülküsü artık “insaniyet”tir. Tahtlar, taşlar ve bütün zalimler yıkılacak, bütün dinler bir ve bütün insanlar beraber olacaktır. Yeni din, yeni sanat, yeni dil, yeni medeniyetler doğacaktır. Bütün insanların eşit, bütün milletlerin hür ve beraber yaşayacakları harpsiz, ihtilalsiz, imtiyazsız yeni bir alem kurulacaktır. Şark, yüzyıllar süren uykusundan uyanacaktır. Yabancılar, Asya’nın topraklarından çekilecektir. Bu düşünceler içinde, “Şark Milletleri Kurultayı”na delege seçilir. Daha sonra, Komünist partisine girer. Dünya nizamını yıkacak ve bu harabe üzerinde kendi nizamını kuracaktır.

1921-1924 yılları arasında Moskova Üniversitesi’nde “İktisat” okuyan Aydemir, İstanbul’a döner. Artık dünyayı hep kendisine okutulan ve öğretilen şeylerin gözlüğü arkasından görmektedir. Nereye baksa, bu yarı sömürge şehrini kapitalistlerin soyduğunu, yağma ettiklerini görmektedir. Limandaki yabancı ticaret gemileri; dünyanın soyulmasını, kapitalistlerin dünya pazarlarını istilasını hatırlatmaktadır.

“Aydınlık Mecmuası” adlı dergide yazılar yazmaya başlar. Ankara’dan gelen bir emirle dergi kapatılır ve Aydemir tevkif olunur. İstiklal Mahkemelerinde yargılandıktan sonra, Ankara ve Afyon cezaevlerinde hapis yatar ve af yasasının çıkmasıyla beraat eder. Afyon Cezaevinde iken, “İmam-cemaat/devlet-millet” görüşünü benimser. Devlet, yüzyıl boyunca halktan çok şeyler beklemiş, çok şeyler almıştır. Şimdi sıra devlettedir. Her şey halk içindir. “Devletçilik” ilkesiyle, devlet halkı için en mükemmeli bulmak zorundadır. Çünkü Türkiye bir inkılap devresindedir.

Beraat ettikten sonra Ankara’ya gelir. İlkokul öğretmenliği yerine, Yüksek ve Teknik Öğretim Müdür yardımcılığı görevine atanır. Adına hükümet denilen kuruluşun ve idare denilen işin artık içindedir. Türkiye’de bir takım basit kazma-küreklerle dağlar delinmekte, tüneller açılmaktadır. Ele geçen bir avuç çimento, bir parça demirle bir mektep, bir hastane, bir devlet binası yapılıp nutuklarla açıldığı zaman, bunun şevki ve heyecanı günlerce yüzünde parlamakta, yaşamaktadır.

Kahraman, bir dava adamıdır. Okuyucular için dikkati çekebilecek en önemli şey; çevrenin getirdiği zorluklar karşısında yılmayan, hep inancı doğrultusunda, kendisinin de var olduğunu ve bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak isteyen bir insanın azmi karşımıza çıkmaktadır.

Kitabın özü:
“Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmaktır.”



ELEŞTİRİ
1. Okuduğunuz kitap, yakın tarihin hangi dönemini kapsar?
1897 Türk- Yunan Harbi yılları ile başlar, Balkan yenilgisi ve 1. Dünya Savaşı dönemlerini, Cumhuriyetin ilanı ve inkılaplar, Almanya Nazi iktidarı, 2. Dünya Savaşı, 1950 çok partili hayata geçiş.
2. Anlatılan tarihi dönemle ilgili hangi bilgilere ulaştınız?
Meşrutiyetin ilanı ve sonuçları, Büyük devletlerin Türkiye üzerindeki emelleri, Ermenilerin haksız Türk kıyımları, Rus Devrimi, Kominizm, Rus halkının sosyal yapısı,(aşırılıklar ülkesi. Her şeyi bir anda yıkmak ve bir anda kurmak,), Nihilizm (Her türlü siyasi düzeni inkâr eden, toplumun birey üzerinde hiçbir baskısını kabul etmeyen görüş
Volga Nehri kıyısındaki insanların açlıktan ölümü,
1909 Çin İnkılabı
3. Beğendiğin ve beğenmediğin yönleri
BEĞENDİĞİM BÖLÜM:
O zamanki Anadolu’nun gerçek bir parçası olan bölüğü gördükçe:
“Peki ama, diyordum, bu insanlar kendi sefaletlerinden niçin kendileri sorumlu olsunlar? Kendi maddi ve manevi sefaletlerinden? Asırlar boyu bu insanlara ne verdik? Köylerine yol mu yaptık? Yol başına mektep mi kurduk? Camii, muallimi, imamı var mı? Hastalıklarıyla mı savaştık? Eşkiyaya, toprak ağasına, şeyhe, mütegallibeye karşı onu koruduk mu? Dinin hükümlerini, milletin adını, vatanın sınırlarını öğrettik de öğrenmediler mi? Verdiği vergileri, aldığımız askerleri ne yaptığımızı söyledik mi? Padişah’ın adını nereden bilsin? Başkentin adını nereden bilsin? Hatta bütün bunlara rağmen gene burada olmasına şükretmeli. Yoksa bu at bir gün başını kaldırır ve bizi üstünden atabilir.
Hem biz onu ayıplarken acaba biz dinimizi biliyor muyuz? Milletimizin adı bize malum mu? Türk müyüz yoksa Osmanlı mı? Vatanımız nerede başlıyor, nerede bitiyor? Anadolu’dan daha büyük olan ve şimdi her sınırında şu beğenmediğimiz Anadolu Çocukları, çarpışan Arap Çölleri vatanımız mı yoksa değil mi? Bu suallere hangimiz cevap verebiliriz? Vatanımız Türkiye mi, yoksa hayalimizde yaşattığımız Turan mı? Bunun cevabı nedir?
Şu beğenmediğimiz insan varlığının iç aleminde bin bir çeşit hurafenin, bin bir çeşit inançların kalıntıları yaşıyor, doğru. Fakat biz acaba neye inanıyoruz? Hem onun zararı yalnız kendine. Halbu ki biz, kendimizle beraber onları da birden batırabiliriz. Harbi ruhen benimsemediyse onların suçu ne? Harbi açan, harbi isteyen o mu? Yahut biz bu harbi açarken ona sorduk mu? Ona anlattık mı? Hatta bu harbi açanlar, bu maceraya girerken bize sordular mı?” diye muhakeme yapılması.
4. Düşünce hayatıma kattıkları, tarihe bakışımdaki değişiklikler
Türkün Türkten başka dost yoktur.
Etnik azınlıklarla, kendilerine her türlü hak verilse dahi barış içinde aynı ülkede yaşamak çok zor.
Bugün ki Ermeni tartışmalarında kesinlikle Türkler haklıdır. Türkler sadece kendilerini, vatanlarını savundular.
Devlet, milleti için vardır.
Türklük insanın kendi içinde olmalı.
Turancılık fikri ve kominizm insanın yaradılışına aykırı ve tamamen hayal ürünüdür.

9 Ocak 2010 Cumartesi

SARHOŞLUK


Hz. Mevlânâ zikir halkasına katılmış, çevresiyle birlikte zikrediyordu. Tam bu sırada bir sarhoş da dışarıdan halkaya katılıp zikretmeye başladı. Ancak sarhoş dengesini tutamıyor, yanındakilere çarpıyor, rahatsızlık veriyordu.

Tutup kapıya atmak istediler. Ama sarhoş çıkmak istemeyip direnince zorlamalar başladı.

İş tekme tokada kadar varınca Mevlânâ sordu:

-Ne yapıyorsunuz öyle?..

-Sarhoştur, dediler çıkmak istemiyor, biz de çıkarmaya çalışıyoruz.

Verdiği cevaba bakın lütfen:

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!..

Ne muhteşem bir söz. Ne müthiş bir cevap. Hem de kitaplık çapta...

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!..

Anlaşılan sarhoş da olsa saf dışı edilmesini istemiyor, hor hakir görülerek dışarı atılmasına razı olmuyordu. Sözlerine şunu da ilave ediyordu:

-Düşene herkes tekme atar, bir tekme de siz atmayın!..